Şuranın komite istibdadına alet edilmesi…

Doğu veya Batı

altMeşveret ve şura insan fıtratının gereği olduğundan, insaniyet karşıtları da bu hakikati asla göz ardı etmiyorlar. Hile ve desiselerle şurayı manipule ederek; şura adına ve hürriyet elbisesiyle hakikati mağlup etmeye çalışıyorlar.

Tarihimizde; hürriyetin en ziyade konuşulmaya başlandığı dönem, 1850 sonralarıdır. Çok ilginçtir ki; bu bayrağı Paris ve İstanbul’da dalgalandıran Yeni Osmanlılar’a, Saray’da en yakın olan kişi Sultan Abdulhamit’tir. Bazı tarihçiler, II. Abdulhamid’in bu hürriyetçilerin destekleriyle tahta oturabildiğini yazıyorlar. Kanun-u Esasiyi kendisi ilan edip meclisi açtığı halde, meclisi yine kendisi kapatıp Anayasa’yı da askıya alacaktı. Hürriyetçi geçinen Padişah’a ne olmuştu… Gelenekçi müstebitler mi Padişah’a tesir etmişlerdi, yoksa Padişah’ta bir değişiklik mi olmuştu…

Osmanlı ahrarı, 1908 inkılabının ilk müşahhas çekirdeğini Paris’te atmışlardı. Dr. Nazım, Ahmet Rıza, Bahattin Şakir ve Tal’at gibi komitecilerin, Avrupa’daki yoldaşlarıyla ittifakı üzerine, bu hürriyet oluşumu, 1906 da Selanik’te kurulan ”Hür Subaylar”ın tesirine gizlice girdiğini, maalesef çok az tarihçi belirtiyor. Milli Birlik, hürriyet ve eşitlik sloganlarıyla iktidara gelenlerin ilk icraatı, komite istibdadını 1909 da demokrasinin yerine ikame etmek olacaktı. İşin garibi, bu ihtilalci zihniyet hürriyeti efkar-ı ammede kutsallaştırarak, kendilerine yönelik en küçük tenkidi; hürriyete ve hatta devletin varlığına yapılmış gibi göstermeleriydi.

Cumhuriyeti Türk Milleti kurmuştu… Günümüz Türkiye’si, hala I. Meclis’in demokratik düzeyine ulaşmanın çabasında. Milletin; hürriyet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi istemesi yeterli olmamıştı. Cumhuriyet’e musallat olan müstebit ruhun, Osmanlı Demokrasisine de musallat olmuş mason İttihatçı komitenin ruhu olduğunu, günümüzde çok az insan biliyor. Cumhuriyet’i kutsayarak; hürriyet, cumhuriyet ve demokrasi manalarıyla savaşta da, aynı usulü müşahede ediyoruz… Yani, meşveret komita istibdadı yolunda alet edilmiş.

DİNİ CEMAATLERDEKİ ŞURAYA GELİNCE…

Şuranın menfice komite istibdadına dönüşümünün; geniş daire ile dar daireler arasında, yansıma ve benzerliği olduğu kadar farklılıklarından da bahsetmemiz mümkündür. Belki de siyasal şura ile vahiy merkezli şurayı detaylıca ve mukayeseli bir şekilde yazmak gerekiyor. Makalemizin çerçevesini aşacağından, başka zamana bırakalım.

Allah’ın emri ve Peygamberin pratiği olan şuraya, kitap ve sünnetten haberdar bir müminin itiraz etmesi mümkün değildir. Bazen müstebit nefislerden, bazen de dış dairenin zındıklarından esen rüzgarlarla maalesef şuraların ve hatta meşveret-i şeriyenin komiteleşerek misyonundan uzaklaştığını hüzünle takip ediyoruz. Demokrasilerin ön şartlarıyla meşveret-i şeriyenin ön şartlarının farklı olduğundan bahsetmiştik. Demokrasiyi ayağa kaldıran, hayatiyetini sağlayan ve öldürücü hastalıklardan koruyan meseleler üzerinde,  bu sahanın uzmanları yazıp çiziyorlar. Belki de siyasal şura, insaniyetin temel değerleriyle uyumlu yürüdüğü müddetçe, bir gün hepimizi mutlu edecek medeniyet-i fazılaya ulaşacaktır. Meşveret-i şeriyeyi komitecilik hastalığından koruyacak düsturların başında; uhuvvet, ihlâs, tesanüt, takva ve fedakarlık gibi hususların geldiğini biliyoruz. Eserlerinde ve pratiğinde, meşveret-i şeriyeye geniş yer vererek ortaya koyan Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerine yazdığı mektupların dibace ve başlıklarına dikkat ettiğimizde, cemaatle yaşamanın olmazsa olmazı olan meşveretin kodlarını okuyabiliyoruz. İhlas dayanak ve usulünü, muhabbet dilini, tesanütün her meselenin önüne geçtiğini, takva ve fedakarlık olmaksızın şeri meşveretin yapılamayacağını da, başka vesileler ile yine Üstad Risale-i Nur’da belirtiyor.

Komita bir neticedir. Zekâvet ve akıldan doğar. Belki de dehanın menfide kullanılmasıyla ortaya çıkıyor. Temsilde zekâvetin önemli bir faktör olduğunu kabul eden Said Nursi, felsefenin kutsallaştırdığı ve bazen taptığı zekâ ve dehanın, insanlığı yuvarladığı uçurumları da çokça zikreder. Vahiyden yoksun veya vahye başkaldırmış bilgiyi de aynı şekilde değerlendirebiliriz. Semavi ahlaktan yoksun zeki ve bilgili insanların meclislerinde, doğru demokrasi ve meşveret-i şeriye tahakkuk eder, hükmünü hadiseler nakşediyor. Hele bilhassa dinsizliğin, insanlık ve ahlaksızlığın fen ve felsefeden doğarak insaniyeti perişan ettiğini kabul ettiğimizde, insanlıktan mahrum bir demokrasinin ve Bediüzzaman’ın ön şart kabul ettiği düsturlardan uzak bir şeri meşveretin olamayacağını mantıken kabul etmek durumundayız. Komitecilik de, elbette cemaatle yaşamayı gerektiren zamanımızın bir hastalığıdır. Bunu, Avrupa’nın sanayi dönemine geçişine, Fransız İhtilali’ne veya hürriyet hareketlerinin ortaya çıkmaya başladığı zamanlarla başlatanlar, kendilerine göre haklı olabilirler. Bir zümrenin siyasi, dini, ticari veya başka menfaatlerle aralarında organizeli  hareket ederlerken, menfaatlerini başkalarının zararında arama şeklinde de anlaşılabilecek komiteciliğin en zararlısı ise, elbette semavi dinlere düşmanlığın etrafında toplanan komitelerdir… Tıpkı istibdat gibi, komitecilik de sosyal bir vakıadır. Dini, ırkı, vatanı ve özel kültürü yoktur.

ZAMANIMIZIN EN ZARARLI SOSYAL HASTALIKLARINDANDIR

Komünikasyondaki mucizevi inkişafları ve medeniyetin yeni inkişaflarını; toplumu doğru hürriyetten, demokrasiden, barıştan, şeri meşveretten ve sekinetten mahrum bırakacak şekilde, her türlü gayr-ı meşru üslubu mubah görerek hareket eden komitelerin zararları çok dehşetli oluyor. Geniş dairede devletlere, dar dairede İslami cemaatlerdeki şeri meşveretlere diz çöktüren, zalimce bir hastalıktır. Elektronik iletişim, kapital, menfaate dayalı siyaset ve kuvvete dayanma gibi unsurlarla komiteciler; siyasal şuralardan halkın idaresini, cemaatlerde ise şahs-ı maneviyi yok etmek üzere hareket ederler. Gıybet, yalan, iftira, mübalağa, cerbeze ve tahkirin; tarafgirlik hastalığının ateşiyle mübah göründüğü bu vahşi metotlarla, genellikle azınlıklar ekseriyete galip gelirler ve neticeyi de demokrasi veya meşvereti şeriye olarak ilan ederler. Demokrasi veya meşvereti şeriyeye inanmış ve bu kıymetli iki sosyal değerle zulüm ve kaosu bitirme intizarında olanları, hayal kırıklığına uğratır, komitecilik…

Biliyoruz ki, demokrasinin karşılığı, şu fani dünyada huzur ve sekinet içinde insanca yaşamaktır. Meşveret-i şeriyenin neticesi daha çok ahirete bakar. Karşılığını ihlasına göre Allah verecektir. Bu fevkalade önemli meseleyi, Bediüzzaman’ın talebelerine yazdığı bir mektuptaki iktibasla bitirelim.

Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister.”

Saadakat, sebat ve ihlası burada zikreden Said Nursi, İmam-ı Ali (r.a) ile Abdulkadir Geylani (k.s) yu şahit göstererek, şeri meşveretin ön koşullarına riayet edenlerin ebediyette de mutlu olacaklarını yazıyor.

“… işledikleri âmâl-i salihanın (Salih  işlerde işbirliği) misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkar şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne (iyiliğini methederek) ve teşvikkârâne beşareti (müjdesi) ve Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.” (Kastamonu Lahikası s. 88)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*