Tahrifat ile inhisarın iki yönü

Sadeleştirme adı altında yapılan şey, aslında Risâle-i Nur’u baştan sonra tahriftir, bozmaktır.

Bu tahrif, aynı zamanda dehşetli bir tahriptir.

Evet, bir hak dâvaya dıştan yapılan saldırı değil, daha çok içerdeki tahrifat/dejenrasyon zarar verir, verebilir.

Dolayısıyla, “Risâleler daha iyi anlaşılsın diye sadeleştirildi” iddiasının bizim nazarımızda zerrece bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Bu tür iddialara, ancak saftirik kimseler ile aklını başkasının cebine koymuş “muharrik-i bilvâsıta” mizaçlı kimseler inanabilir. Bizi buna kimse inandıramaz ve asla inanmayız.

Sadeleştirme bahanesiyle takoz

Risâle-i Nur’a yapılan “dost yüzlü” ikinci müdahale ise “bandrol engeli”-dir. Siyaset topuzuyla zincirli görünen bu müdahalenin bahanesi, sadeleştirme işgüzârlığı olarak gösteriliyor. Gûyâ, tahrifata ve sû-i istimâlâta karşı bir kànunî düzenleme cihetine gidiliyormuş.

Oysa, burada da bir artniyetin olduğu âşikâr. Zira, on yıllardır yürüyen bir hizmete derhal ve âcilen müdahale ediliyor; kànunî düzenleme denilen heyûlâ ise tehir ve te’cil ediliyor.

Bir bakıma ipe un seriliyor. Dahası, Nur Risâleleri /tekel/inhisar altına alınmaya çalışılıyor.

Evet, Nur Külliyatının matbuat ile neşri, yaklaşık altmış yıldır aralıksız şekilde sürdürüle gelen bir hizmettir.

Şimdi ise, bu hizmet bir cihette kesintiye uğratılmak isteniyor. Üstelik, bu neşriyat hizmetiyle uğraşan dizgiciden mussahihe, maatbaacıdan mücellite, pazarlamacıdan satıcıya binlerce insanın durumu da hiç dikkate alınmadan usûl, âdab, erkân dışı bir müdahale yapıldı.

Yâ hû! Şayet, asıl derdiniz bir kànunî düzenleme ise, öncelikle tutup bunu yapın halledin; sonra da, herkesin buna uyması gerektiğini duyurun.

Ama yok, böyle yapılmıyor. Önce âcilen müdahale ediliyor, bandrol engeli konuluyor; sonra da bekle ki kànunî düzenleme yapılsın, edilsin, gelsin…

Bu arada, Yeni Asya’nın maddî menfaat uğruna bu meseleyi serrişte ettiğini iddia edenlere iki çift söz:

El insaf! Başlangıcından tâ 1990-91’e kadar, Yeni Asya başka yayınevlerinin tabetmiş olduğu Risâlelerin dağıtım ve satışını yapmadı mı?

Hiç mübalağasız ifade edelim ki: Bizzat bu fakir kardeşiniz, Envar ve bilhassa Sözler Neşriyata ait yüzlerce takım külliyat ile binlerce cep boyu Nur Risâlesini kendi elleriyle muhtaçlara ulaştırıp satış ve dağıtımını yapmıştır.

Dolayısıyla, asıl meselemiz ve arzumuz, Risâle-i Nur’un hiç kimse ve hiç bir kuruluş tarafından inhisar altına alınmamasıdır. Allah şahit ki, birinci dert ve kaygımız bu noktaya bakıyor. Yoksa, 1970-80’lerde yaptığımızın aynısını, hatta daha fazlasını yine yapabiliriz.

Her hadisenin iki yönü var

Nur Külliyatının muhtelif bahislerinde ifade edildiği üzere, her hadisenin iki ciheti vardır: Biri zahiri sebepler ciheti, diğeri ise hakiki sırr-ı kader ciheti.

Bu mesele dair kısacık bir-iki iktibas: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî’nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. …Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adâlet eder.” (2006 baskılı Lem’alar, s. 643; Kastamonu Lâhikası, s 385)

Evet, hadiselere bakarken, bu noktaları birlikte düşünmek lâzım geliyor. Dolayısıyla, bizler daima “Acaba hangi fiilimizle kadere fetva verdirdik ki, şu musîbetle hükmetti?” diye düşünebilmeliyiz.

İşte, bu nokta-i nazardan bakınca, genel tabloda şunları görmekteyiz ki: Bugün, tahrifattan haklı olarak mustarib durumda bulunan Nur Talebelerinin itibarlı ağabeyleri, tahrifatın lokomotifi durumundaki zâta karşı maalefes hep toleranslı, hatta yer yer faaliyetlerine taraftar göründüler. Öyle ki, güzide evlâtlarını bile aynı hizmet vadilerinde koşturdular, yahut koşturmalarında bir beis görmediler.

30-40 yıl müddetle güçlenen ve hız kazanan aynı lokomotif, başta ağabeylerden almış olduğu kuvvetle, ne yazık ki Üstadlarını, yani Üstadımızı vurdu. Hem de cân evinden…

Sonrada vâesefâ edildi gerçi; lâkin, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçti.
* * *
Bir başka nokta: Nur Risâlelerini neşreden yayınevlerinin bir kısmı, ruh-u aslîyi rencide edecek aşırılıklara gittiler. Birbirine karşı vaziyet aldılar ve bir türlü “nüsha birliği” sağlayamadılar. Bir kısmı Kürtlerle, siyasetle, Süfyaniyetle ilgili bahislerle oynandığı iddia ve tartışmalarıyla büyük çapta zaman ve enerjilerini harcayıp hebâ ettiler.

Yani, tahrifatçılara çuvaldız batırırken, bir taraftan da kendimize iğne batırmayı unutmamalıyız.

Üstad Bediüzzaman, Vehhabîlik bahsinde, önce Ehl-i Sünnet ve Cemaatin İslâmın ruhunu inciten hatalarını nazara veriyor. Bazı türbelerin adeta “tapınak” haline dönüştürüldüğünü ima ederek, bu aşırılığa karşı, İlâhi kaderin de Vehhabilerin tasallutuna fetvâ verdirdiğini hatırlatıyor.

Hülâsa: Olan-bitenden herkesin kendine ait bir takım dersler çıkarması gerekiyor. Aksi halde, gelişmelere tek taraflı bakılmış olunur ki, bu sûretle ne vicdanımızı rahatlatabilir, ne de sağlıklı bir çözüm yolu bulabiliriz.

Evet, insanlar zulmeder; kader ise adâlet. İlâhî adâletin er-geç tecelli edeceğine mutlak sûrette inanıyoruz.

@salihoglulatif’ten
Risâle-i Nur’u tahrif yanlışının üzerine inhisar hatasıyla gidilmez. Bir hata, bir başka hata ile telâfi edilmez. İkisinden de vazgeçilmeli. Aksi halde, tahrif de, inhisar da alır götürür adamı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*