Tecdid farkı

Yenilikçi rüzgârı asrımızın yamaçlarına Balkanların üzerinden eserek geldi. Önü sıra kovaladığı siyah-kara bulutların rahmet yüklü olmadığını sonradan anladık. Özünden habersiz Anadolu’yu “bir beklentiye” uğratanlar, bu karabulutlara yönelttiler milletin yüzünü… Bir asra yakındır hâlâ bekleşmedeyiz… Bir tek rahmet damlasını sağamadığımız bu bulutlar, yalnızca cemiyeti Kur’ân’ın ikliminden alıkoydu, o kadar…

Tebeddül-ü esmâ ile hakikat değişir miydi? Yenilikçiliğe; batılılaşma, asrîleşme, modern veya çağdaş demekle yeni bir şey elde edilmez… Cemiyet olarak unuttuğumuz bir mesele vardı. Dahil olduğumuz sistem veya şeriatın sahibi mebde’ (başlangıç) ile müntehâyı (sonu) elinde tutarak sistemini kurmuştu. Tâ kıyamete kadar her şey o güzeller güzelinin nazarına sunulduğundan, O’nun gösterdiği çerçevenin dışında insanî bir yenilik yoktu. Asr-ı Saadet’le aramızdaki mesafeyi nazarında büyütenler Bediüzzaman’ı okurlarsa; on beş asrın çok berrak, geniş, canlı ve belirgin olarak bize akıp geldiğini göreceklerdir. Bu mütehayyir bakışlar Asr-ı Saadet’teki Kur’ânî uygulamanın zamanımızda da mümkün olduğunu Said Nursî’nin hayatından, hayatını Risâle-i Nur’a pervâne etmiş fedakâr talebelerinin hayatlarından mutlaka çıkaracaklardır. Ana çerçeve, prensipler, usûl ve metodlar esas alınmak şartıyla renklerin değişmesi, zevklere göre ihtiyar edilen yeni şekiller ve mevsime uygun üslûplar; Asr-ı Saadet’in zamanımıza yansımasının güzelliğinden bir şey eksiltmez. Yalnız renkler kadar şekillerin, şekiller kadar üslûpların ve tarzların da “millî” olması şarttır. Doğudan veya Batıdan aparılmış şeylerin “hadiste de belirtildiği üzre” merdut olduğunu burada unutmamak gerekiyor.

Yenilikçilik bir ihtiyaçtan mı doğar? İnsanın sosyal hayata yönelik tüm ihtiyacının Kur’ân ve Sünnet ile giderildiğine inanlar, bu dairedeki tereddüt ile ihtiyaçlarını giderirler. Bazan; arzu, heves veya görenekten doğan duygular da kendilerini “ihtiyaç” olarak hissettirebilirler… Fıtratla çelişen arzuların “tecdîd” sınırlarını aşarak yenilikçiliğe yöneldiğini çok gördük.

İslâmın yeniliğe, tazelik, tecdîd ve terakkîye engel olduğu fikri, kıskanç Batının dinsiz felsefeyle birlikte ürettikleri bir zehirdir. Akılperestlerin bin senede ulaşamadıkları terakkîyi doksan senede başaran bir dine gericilik isnad etmek, güneşi karartmaya benzemez mi? Yakın tarihimizdeki “protestan İslâmcıların” ehl-i sünneti tecdîde karşı göstermelerinin altında, ilhada varan fikirlerini Müslümanlara kabul ettirme çabası vardır. Türkiye içindeki metazori değişim süreçleri münâfıkları ele verdiği gibi Türkiye haricindeki İslâma “yenilik” adına müdahele etme hareketlerine dinsizler sahip çıkmaktalar. Sosyal bünyemizdeki tazelenmenin, yenilenmenin sınırlarını koyan Peygamberimizin (asm); ilim-teknolojideki teceddüdü, sınır tanımayan bir güzellik olarak buyurduğunu tekrar vurgulamak istiyoruz. Peygamberî teceddüdde “icmânın” esas olduğunu biliyoruz. Fikrin veya pratiğin çok doğru olması yeterli değildir. Muhatap veya toplumun meseleyi kabûlü şart koşulmuştur. Aksinin fitne ve anarşiyi doğuracağı kabul edilir. İcmanın oluşmasının uzun zaman almaması için “yeni fikir”; açık seçik, şeffaf ve avâmın da anlayabileceği tarzda cemiyete arz edilir. Paylaşmanın, münâzarânın ve teatinin süreci hızlandıracağına inananlar; fikirlerinin bir an evvel hür bir ortamda tartışılmasını isterler. Kuvvetin arkasına sığınarak fikirlerini tanıtıp, tartışmadan tatbikâta koymak isteyenlerin başarısı gayet küçük ve muvakkat olduğundan, bu tür “kaçırılmış fikirlere” çürük nazarıyla bakılır… “Zayıfların yürüyüşü üzre yürüyünüz” prensibiyle hareket edip anlaşılmayı sabırla bekleyin. Doğru fikirlerin belli bir zaman sonra toplumun bünyesinde renk renk, desen desen ortaya çıktığına tarih şahadet ediyor. Kuvvetin yardımıyla fikrin uygulanmasına müçtehidler “haram” nazarıyla baktıklarından; bu tür fikirlerdeki ısrarın da milleti “techil” ve “tahkir” anlamına geleceğini belirtmişler… Burada da öne çıkan önemli bir unsur yine hürriyet…

Netice olarak, yenileşme veya yenilikçilik “tecdîd” mânâsında anlaşılmıyor. Daha ziyade; dışardan müdahale, hakim ve galip cereyanlardan etkileşim, kemiyetin keyfiyete tahakkümü ve taklid anlamlarını çağrıştıran “yenilikçilik” toprağımızda kök tutamaz kanaatindeyiz. Kanunlarına muhalif hareket, nasıl red cevabı netice veriyorsa; Kitab ve Sünnetin haricindeki “yenileşme hareketleri” de bugüne kadar başarısız kaldıkları gibi bundan böyle de tesirsiz kalmaları fıtrat kanunlarının gereğidir. Yukardaki satırlarımızın çerçevesini çizen cümlelerle yazımızı bitirelim: “Bir fikre dâvet cumhur-u ulemanın kabûlüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*