Tenkit ayrı, hakkın hatırını âlî tutmak ayrıdır

Image
Tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrı, hakkın hatırını yüksek tutup sahip çıkmak, metanetle müdafaa etmek ayrıdır. Asr-ı Saadet’teki örnek ise gayet çarpıcıdır. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra üç görüş ortaya çıkar: Sahabilerden bir grup, seçilecek halifenin, Muhacirler’den; diğer bir grup Ensar’dan, üçüncü bir grup ise “Bir Muhacirlerden, bir de Ensardan seçilmeli” görüşünü savunuyor ve tartışıyorlardı.

Şiddetli tartışmaların ardından, o zamanın şartlarına göre “biat” seçimiyle, “Muhacir”den, Kureyş’ten Hz. Ebûbekir (ra) seçildi ve muhalif düşüncede olanlar omuz omuza vererek hizmetlerine devam etti.

“Tek doğruyu, tek güzeli” değil, “daha doğruyu ve en güzeli!” aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslûp olacaktır. Ki, bu, meşveret, fikir hürriyeti, demokrasinin gereğidir. Hatta, Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde inanç konularında (Eş’âri ve Matüridî); ibadetlerde ve muamelâtta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşlerin bulunduğunu biliyor, yaşıyoruz. Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız. Öte yandan, benim bakış açım, düşüncelerim falancanınkiyle; sizinki filancanınkiyle örtüşebilir veya ters düşebilir. Burada insaf ve şu ölçü devreye girmeli. Tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrıdır.

Her ne olursa olsun, hangi düşünceyi taşırsak taşıyalım; gayemiz, gayretimiz Kur’ân ve Sünnet ölçülerini veren Risâle-i Nur’u özümseyerek etkisinde kalmak, ona azamî sadakat ve sebatla bağlanmak değil mi? Falanın veya filanın hatırı için hakkın ve ehl-i hizmetin hatırını kırmamalıyız.

Bediüzzaman Said Nursî, bizzat kendisini misâl verip hedef göstererek, İslâmın eleştiri konusundaki muhteşem ölçüsünü şöyle yansıtır:

“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

“Suâl: Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci (yağcı, tabasbuscu, dalkavuk) edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.

“Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.

“Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

“Cevap: Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil… İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”1

Meseleyi daha da müşahhaslaştırır:

“Suâl: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

“Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.2

Eğer eleştiri görevini; bu perspektiften ele alıp hakkıyla ifâ edebilirsek, ilimde, fikirde, hattâ teknikte çok daha büyük merhaleler kat’ edecek, daha çok ve büyük kabiliyetlerin inkişâfına zemin hazırlayacağız.

Dipnotlar:
1-Münâzârât, s. 48-50;
2-Age, s. 59-60

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*