Terörün çözümü Bediüzzaman’da

ÇÖZÜM ÖZERKLİK DEĞİL, TAM DEMOKRASİ   

Türkiye’nin yapması gereken, bölünmeyi çağrıştıran eyalet, federasyon veya özerklik gibi formüller yerine, merkezdeki İstibdadı etkisiz kılıp hukuk temelinde tam ve eksiksiz bir demokrasiyi güçlendirmek, devleti tahakküm aracı olmaktan çıkarıp hizmet devleti haline getirmek, merkeziyetçi yapının bürokratik ağırlığını azaltıp müdahaleci devlet anlayışına son vermek, devlete çağdaş normlara uygun şekilde demokrasi ve hukuk prensiplerine göre işleyen düzenleyici bir İşlev kazandırmak ve bunları sadece belli bir bölge için değil, ülkenin tümü için uygulamak gibi reformlar olmalı.


ÇÖZÜM ÖZERKLİK DEĞİL, TAM DEMOKRASİ
Ayrılıkçılığa karşı

Cumhuriyet adı altında uygulamaya konulan tek parti rejiminin resmî ideoloji olarak devlete mal ettiği ve tahripkâr sonuçlarından maalesef hâlâ kurtulamadığımız, dahası türlü tevillerle bugün de devam ettirilmek istenen Türkçü zihniyete aksülamel olarak gelişen Kürtçülük ve buna dayanan ayrılıkçı hareketler için Bediüzzaman’ın önemli tesbit ve ikazları var.

Bunların en dikkat çekici örneklerinden biri, emperyalist güçlerin Osmanlı’yı parçalayıp taksim etme planlarını yürürlüğe koydukları bir dönemde, Kürtler adına hareket etme iddiasıyla ortaya çıkan Şerif Paşa ile Ermeni Boğos Nubar Paşa arasında, bağımsız Kürdistan ve Ermenistan için karşılıklı olarak birlikte çalışma taahhüdü ihtiva eden bir anlaşma yapıldığı haberi üzerine, Kürtlerin temayüz etmiş diğer iki temsilcisiyle birlikte Said Nursî’nin ortak bir açıklama yaparak bu girişimi reddettiklerini deklare etmeleri.

7 Mart 1920 tarihli İkdam gazetesinde yayınlanan bu açıklamada, dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hizmetkâr ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî geleneklerine sadakati hayatlarının gayesi bilmiş olan Kürtlerin, henüz beş yüz bine yakın şehitlerinin kanı kurumadan; şişlere geçirilen yetimlerinin ve gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken, İslâmiyetin zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla anlaşma yapmak suretiyle, dine olan sıkı bağlılıklarının hilâfına ayrılıkçı emeller takip edemeyecekleri vurgulanıyor; Kürt millî vicdanının bu hissiyatına aykırı davranan kişileri tanımayacakları ilân ve yegâne emellerinin dinî ve millî vahdetin muhafazası olduğu ilân ediliyordu (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 106-7).

Bediüzzaman 17 Mart 1920 tarihli Sebilürreşad dergisinde yayınlanan beyanatında da aynı konuya devam ediyor; Boğos Nubar’la Şerif Paşa arasındaki anlaşmaya en susturucu ve beliğ cevabı, şark vilâyetlerindeki Kürt aşiret liderlerinin çektiği protesto telgraflarının verdiğini ifade ile, “Kürtler camia-ı İslâmiyeden (İslâm camiasından) ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, Kürtlük namına söz söylemeye selâhiyettar (yetkili) olmayan beş-on kişiden ibarettir” diyordu.

Bu anlaşmayı hazırlayan ve Şerif Paşaya imzalattıran fanatik Ermenilerin maksadının Kürtleri aldatmaktan başka birşey olmadığını, güdülen hedefin Kürtleri bir “millet-i tâbia” (uydu kavim) haline getirmek olduğunu ve aklı başında hiçbir Kürdün buna taraftar olamayacağını ifade eden Said Nursî, “Kürtlük dâvası pek mânâsız bir iddiadır, çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar” diye devam ediyor ve şunları söylüyordu:

“Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişiden ibaret. Hakikî Kürtler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi olarak kabul etmiyorlar.”

Devamında gelen şu ifadeler de son derece dikkat çekici: “Kürdistan’a verilecek muhtariyetten (özerklikten) bahsediliyor. Kürtler Ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler.” (Age., s. 107-9)

Aktardığımız bu ifadeler, hem bir taraftan “bölünmez bütünlük” lâfını ağzından düşürmezken diğer taraftan her türlü bölünme fitnesinin zeminini hazırlayıp tohumlarını eken zihniyet ve onun sözcüleri tarafından Said Nursî’ye yöneltilen “bölücülük ve Kürtçülük” iftirasını çok net ve kesin bir şekilde çürütüyor; hem bu iftira ve iddiaların tam aksine, Bediüzzaman’ın, bölücü fitneler için şartların en elverişli olduğu dönemlerde bile bunlara şiddetle karşı çıkıp birlik ve bütünlük mesajları verdiğini gösteriyor; hem de “ecnebi himayesinde bir oluşum” teşkil etme yolunda hayli mesafe alan Kuzey Irak Kürtleri için de mutlaka dikkate almaları gereken çok önemli bir prensibin altını çiziyor.

Onun yine aynı dönemde gündeme getirilen muhtariyet ve adem-i merkeziyet talep ve tekliflerine karşı çıkması, meselâ bu yöndeki görüşleriyle bilinen Prens Sabahaddin’e, adem-i merkeziyet fikrinin doğuracağı sakıncaları geniş ve ayrıntılı bir şekilde izah etmesi de, her hal ve şartta birlik ve bütünlüğün muhafazası ve bu mânâya zarar verebilecek fikir ve girişimlerden kesinlikle uzak durulması noktasındaki hassasiyetini ortaya koyuyor.

“Prens Sabahaddin Beyin su-i telâkkî olunan güzel fikrine cevap” başlıklı makalesinin (Age, s. 183-4), bu bağlamda, Münâzarât’ta aynı konuya yapılan atıflarla ayrıca tahliline de ihtiyaç var ki, hem konunun bu ciheti netlik kazansın, hem de son dönemde sürekli gündemde tutulan “federasyon” tartışmalarına onun penceresinden ışık tutulsun.

Adem-i merkeziyet

Osmanlıda hürriyet hareketlerinin yayıldığı dönemde istibdattan kurtuluş çaresi olarak ortaya atılan formüllerden biri de Prens Sabahaddin Beyin “adem-i merkeziyet” fikriydi. Osmanlı başkentini pençesine alıp her tarafa sirayet eden istibdadı aşmak için, asırlarca aynı çatı altında yaşamış farklı unsurlar üzerindeki merkezî otoritenin kaldırılmasını öngören bu formül ilk bakışta mâkul ve cazip gibi görünüyordu.

Ama Said Nursî’ye göre işin aslı öyle değildi. İstibdat uygulamaları sebebiyle merkeze duyulan nefretin had safhaya ulaştığı ve bundan da istifade ile Osmanlıyı parçalama planlarının yürürlüğe konulduğu bir ortamda böyle bir teklifin tatbiki halinde, ayrılıp kopmaya hazır unsurlar Osmanlı ve meşrûtiyet perdesini yırtarak önce muhtariyet (özerklik), sonra istiklâliyet (bağımsızlık) ve sonra da tavaif-i mülûk (küçük beyliklere bölünüp parçalanma) aşamalarına geçip, tarihte Abbasî devletinin yıkılmasından sonra oluşan birbiriyle kavgalı çok sayıda küçük beyliklere benzer şekilde darmadağın hale gelecek, aralarındaki dengesizlik sebebiyle güçlü olanlar diğerlerini istilâ edip ezmeye kalkışacak ve sonuçta ortaya çıkacak tablo, hürriyetin getirdiği kazanımları berhava edecek bir vahşet ve keşmekeş manzarası çizecekti.

Bu tablonun dehşetini, on üç asır önce ölmüş asabiyet-i cahiliyenin, yani İslâm önceki cahiliye dönemindeki ırkçılığın ihyası, fitnenin uyandırılması ve istikbal semamızdaki cennetin cehenneme çevrilmesi gibi ifadelerle tasvir ediyor Bediüzzaman.

Ona göre, adem-i merkeziyet, Almanya gibi gelişmişlik seviyesi bir medenî toplumlarda herhangi bir mahzur doğurmadan uygulanabilir, ama bizde seviye bir olmadığı için, şu şartlarda tatbiki böylesi tehlike ve sakıncalara yol açar.

Ve böyle neticelere meydan vermektense, yapılması gereken, merkeze arız olan ve millî birliği de engelleyen istibdat zehrini ve onun tetiklediği ayrılıkçı emelleri izale edip durdurmak; bunun için de, milleti oluşturan fertler arasındaki sevgi bağlarını güçlendirip, ittifak ve ittihad-ı millî rabıtalarını tahkim edecek politikalar uygulamaktır.

Bu meyanda, her kavmin bekasının temel ve dayanağını oluşturan millî âdetlerine, lisanına ve fikir yapısına uygun teşebbüslere girişmek, hükümetin öncelikle yapması gereken işlerdendir.

Ve bunlar öyle bir şekilde uygulamaya konulmalıdır ki, asırlarca aynı merkeze sadakatle bağlı olarak yaşamış kavimler arasında medeniyet ve kalkınma makinasının buharı hükmündeki müsabakayı netice verecek müsbet ve yapıcı bir rekabet başlasın. Bediüzzaman, “Fikirleri karıştırıp hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyenler kimlerdir?” sualine cevap verirken, bunlar arasında “beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi (başlangıcı) olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsında bir cumhuriyet gibi gayri mâkul fikirlerde bulunanları da zikrederek, işin bir diğer önemli boyutuna dikkat çekiyor. (Age, s. 229)

Biri, istibdada tepki gerekçesiyle bölünme ve parçalanmayı getirirken, diğeri cumhuriyet adı altında mutlak bir istibdat ve dikta sistemi uyguluyor. Ve ikisi de birbirini besliyor.

Ve çözüm, meydanı bunlara bırakmayıp, merkezdeki istibdadı kaldırarak, idaresi altındaki her unsuru ve her bir ferdi sevgi ve şefkatle kucaklayan, kimseyi haksız şekilde kayırmayan ve kimseyi de dışlayıp mağdur etmeyen bir hizmet devleti anlayışının hayata geçirilmesi; bu politikalar uygulamaya konulurken millî âdet ve geleneklerin dikkate alınması; yerel dillerin ihmal edilmemesi; farklı mizaç ve psikolojilerin gözetilmesi gibi prensiplere dikkat ve hassasiyetle riayet edilmesini gerektiriyor.

Yani, tam ve eksiksiz bir demokrasiyi, hukuku, hizmetkâr devlet anlayışını…

Samimî sevgi hislerine dayalı güçlü bir millî birliğin sağlanması, devletin bu esaslara uygun şekilde yapılandırılmasına ve işlemesine bağlı.

Böyle bir millî birliğin dayanacağı sağlam temeli de Said Nursî, Prens Sabahaddin’e verdiği cevabın son cümlelerinde şöyle ifade ediyor:

“Biz ki ekseriz (çoğunluğuz), muvahhidiz (tek Allah’a inanmışız); tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i millî ile muvazzafız. Eğer unsur (milliyet) lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir.” (Age, S. 183-4)

Sonuç: Yüz senedir bu esaslardan uzaklaşıldığı ve bunlara aykırı hareket edildiği için, malûm sorunlar ortaya çıktı. O esaslara hâlâ uzak durulduğu, gayri fıtrî ve gayri insanî “çözüm”lerde ısrar edildiği için de bir türlü gerçek çözüme ulaşılamıyor…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*