Terörün çözümü Bediüzzaman’da

HESAPLAŞMA MI, HELÂLLEŞME Mİ?

Said Nursî 1910’da şark aşiretlerini dolaşarak yaptığı Münâzarât sohbetlerinde sorulan “Efkârı teşviş eden (fikirleri karıştıran), hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?” sualine verdiği kısa, veciz, ama kapsamlı ve muhtevalı cevabının sonunda, son derece önemli bir noktaya dikkatleri çekiyor:

“Zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin asabına (sinirlerine) dokundurmakla heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî (öcünü alarak yüreğini soğutmak) isteyenlerdir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 229-30)

Bediüzzaman bu sözüyle ne demek istiyor?

Anladığımız kadarıyla şunları:

İstibdat döneminin karakteristik özelliklerinden biri, yapılan haksızlık ve zulümlerle birçok insanın mağdur edilmesi ve bundan dolayı bir intikam ve misilleme hissiyatını doğurmasıdır.

Bu, fıtrî bir duygu. Zulme maruz kalan kişi, bulduğu ilk fırsatta bunun öcünü almak ister.

Böyle bir duygunun yeni zulümlere dâvetiye çıkarmasını önlemek için adalet frenine ihtiyaç var. Önceki zulümlerin hesabı hukuk zemininde görülmeli, sonunun nereye varacağı kestirilemeyen “ihkak-ı hak” usûl ve yöntemleriyle değil.

Said Nursî’nin meşrûtiyeti tarif ederken en başa koyduğu kavramın adalet olması da boşuna değil. Meşrûtiyet, yani cumhuriyet, yani demokrasi ancak adaletle yaşayabilir ve ayakta kalabilir.

Adaletin olmadığı yerde demokrasi de olmaz.

Bu noktada, geride kalan istibdat devrinde zulüm görüp bundan dolayı kin bağlamış ve intikam için fırsat kollayan insanların bu hissiyatı, demokrasinin yerleşip kökleşmesini engellemesi açısından da çok önemli bir sorun ve handikap.

Buna karşı, “hürriyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiye”den söz ediyor Bediüzzaman.

Af, bilhassa zulüm görmüşler açısından kabulü ve hazmı çok zor bir mesele. Ancak umumun istirahat ve huzuru için de bir zaruret. Eğer büyüklüğün şanından olan af esirgenir ve intikam duygusu, sonu gelmeyecek bir kan dâvâsına dönüştürülürse, bundan herkes büyük zarar görür.

İstibdat, baskı ve tahakkümden demokrasi ve hürriyet rejimine geçen bir toplum, aynı zamanda yeni, temiz, beyaz bir sayfa açmış demektir.

Bu beyaz sayfa, geçmişle hesaplaşma adına da olsa eskinin olumsuzluklarıyla bağlantılı ve onların uzantısı olan yaklaşımlarla kirletilmemeli.

Zalimin zulmü yanına mı kalsın? Elbette ki hayır. Kim ne zulüm işlemiş ve nasıl bir haksızlık yapmışsa, bunun hesabı mutlaka sorulmalı.

Ama demokrasinin en önemli temelini oluşturan hukukun ölçüleri içerisinde.

Çoğu zaman haklı sebeplere dayansa da rövanş ve intikam hissini zaptu rapt altına alıp dizginlemek için hukuk ve adaletin önemi büyük.

Bu bağlamda, suçun ve cezanın şahsîliği prensibinin de. Bir kişinin cinayetinden, başkası sorumlu tutulamaz. En yakını bile olsa. Meselâ zalim babanın faturası çocuklarına çıkarılamaz.

Terör saldırılarını, operasyonları, Dersim tartışmalarını, tek parti ve ihtilâl dönemlerinde işlenmiş diğer zulüm ve haksızlıkları değerlendirirken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken esaslar bunlar.

Bunlara hassasiyetle riayet edilmeli ki, istibdat devirlerindeki zulümlerle hesaplaşma adına, yeni haksızlık ve mağduriyetlere sebep olunmasın.

Kin ve intikam duygusunu yenebilmek açısından önem arz eden diğer bazı noktalar da şunlar: Konuya kaderî boyutlarıyla da yaklaşmak, “Haklı olan aynı zamanda insaflı olur” prensibinin gereğine uygun davranmak ve meseleyi “hesaplaşma yerine helâlleşme” çerçevesine oturtmak. Hakkın yerini bulması için, herşeyi Âdil-i Mutlak olan Allah’a ve mizanına havale etmek, çok daha isabetli ve huzur verici bir tercih olmaz mı?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*