Terörün çözümü Bediüzzaman’da

ÖLDÜRMEK ÇARE DEĞİL

Genelkurmay eski Başkanlarından İlker Başbuğ’un iz bırakan ve “devlet adına itiraf” niteliği taşıyan çok önemli bir tesbiti vardı.

O beyanında “Terörle mücadelede devlet olarak en büyük başarısızlığımız, dağa çıkışların önüne geçemeyişimizdir” demişti Başbuğ. Ve 30 bin kayıp veren örgütün şimdiye kadar en az beş defa bitirildiğini, ama 5-6 bin kişilik dağ kadrosunun yeni gelenlerle sürekli yenilendiğini söylemişti.
İşte terörist öldürerek problemin çözülemeyeceği gerçeğinin en net ifadesi bu tesbitlerde.

Bu noktada, “Bu dönemde terör örgütüne katılımlar azalmadı, arttı. Hâlâ adeta askere gider gibi gidiyorlar” diyen ve “Neden?” diye soran, Başbakana en yakın isimlerden Bakan Hayati Yazıcı’nın sözleri de dikkat çekici (Akşam, 18.8.11).

Bu noktada bazı BDP ileri gelenlerinin çoktandır ifade edegeldikleri hususu hatırlayalım.

Diyorlar ki: “Biz, oturulup müzakere edilebilecek en son kuşağız. Bundan sonra hiçbir şekilde diyaloğa açık olmayan, bizim dahi ulaşamadığımız çok radikal, öfkeli ve fevrî bir nesil geliyor.”

Eğer AKP’nin “Bu kadar hizmet götürdüğümüz halde niye hâlâ büyük coşkuyla dağa çıkıyorlar?“ diye sorduğu kuşak bu ise, bütün sürtüşme ve kavgaları bir tarafa bırakıp beraberce kafa kafaya vererek çözüm aranması gereken sorun da bu.

Basına yansıyan kimi raporlardaki bilgilere göre, PKK’nın dağ kadrosunun yüzde 40’ı 18 yaş ve altındaki gençlerden oluşuyor. Neredeyse çocuk denecek yaştaki bu çocukları dağa çıkaran sebepler izale edilmeden bu iş bitmez.

Bu gençler neden ve nasıl bu hale geldiler? Ve ne yapılması lâzım ki, tekrar kazanılabilsinler…

Böylesine bir yabancılaşma ve nefretin altında neler yatıyor? Bilimsel temelde ve toplum gerçekleri ışığında bu sebepler tek tek tesbit edilip çözümü için sağlıklı formüller üretilmeli.

Onun için, yıllardır yapılageldiği gibi dağı taşı bombalayarak, terörist avına çıkarak bu işi bitirmek mümkün değil.

Asıl çözüm, dağa çıkışların önünü kesmek. Daha fazla öldürmek değil, yaşatıp hayata ve topluma kazandırmak.

Peki, dağa çıkışlar niye bir türlü önlenemiyor?

Bunu, PKK bağlantılı KCK yapılanmasının yoğun şekilde sürdürdüğü “beyin yıkama” faaliyetleriyle izah edenler var.

Öyle ise, hayli zamandır devam eden KCK operasyonları ile bu faaliyetlerin önüne geçilebiliyor mu? Cevabı ve tablo ortada.

KCK ile “mücadele” de, dağdaki teröristlere karşı yapılan operasyonların mantığı ile yürütüldüğü için, hem istenen neticeyi vermiyor, hem de maksadın tam aksi yönde sonuçlar getiriyor.

KCK operasyonlarında gözaltına alınıp tutuklanan belediye başkanı ve siyasetçileri, elleri kelepçeli halde sıraya dizilmiş halde gösteren fotoğraflar Türkiye’nin hâlâ başını ağrıtmıyor mu?

Keza, 1994’teki DEP operasyonunda seçilmiş milletvekillerinin Meclis çıkışında karga tulumba gözaltına alınıp yıllarca hapiste tutulması ve bu çizgide kurulan neredeyse bütün partilerin ard arda kapatılması, problemi çözdü mü, yoksa çok daha kronik ve çetrefilli bir hale mi getirdi?

Bütün bu yaşananlar, siyasî ve sosyal sorunları asayiş ve zabıta mantığıyla, adlî mekanizmaları devreye sorarak çözmenin imkânsızlığını defalarca gözler önüne sermişken, aynı mantığı devam ettirmenin izahı ne?

Eğer BDP bir siyasî parti ise ve adaylarını bağımsız olarak seçtirecek bir seçmen tabanı varsa, onunla mücadelenin demokratik zeminde siyaset yoluyla verilmesi gerekir. Diğer yollar, hele baskı ve dayatma yöntemleri çözüm getirmez.

Bu partinin aldığı oylarda terör örgütünün tehditleri önemli bir paya sahipse, halkı bu tehditlerin baskısından kurtarıp özgürce oy kullanabileceği bir ortama kavuşturma görev ve sorumluluğu da iktidara ait.

Keza, KCK terör örgütü için toplumsal taban oluşturma ve dağa militan yetiştirip gönderme noktasında propaganda, eğitim ve beyin yıkama faaliyetlerinde bulunuyorsa, bunu engellemenin sağlıklı yolu seçilmiş siyasetçileri tutuklayıp hapse tıkmak değil, o propagandaları etkisiz hale getirecek alternatif bilgilendirme ve aydınlatma çalışmalarına ağırlık vermek olmalı değil mi?      

Bunun için bölge halkıyla çok sıcak ve samimî ilişkiler kurulup, akıl ve kalplerini kazanmaya yönelik çalışmalar yapılmalı. Ancak sun’î, yapmacık ve göstermelik tavırlarla değil, içtenlikle yaşayıp hissederek…

Devlet görevlileri, hayatın her alanında halkla iç içe olmalı. Düğünde, cenazede, camide, hasta ziyaretinde, iftarda… Özellikle üst düzey komutanlar, cami ve cemaatle namaz konularındaki komplekslerinden kurtularak cemaate karışmalı ve kaynaşmalı.

Bize göre meselenin kaynağında, dini ve onun getirdiği bütün manevî bağları tahrip eden etnik fitne yatıyor. Yıllarca devlet adına ortaya konulan laikçi-Türkçü anlayış ve uygulamalar laikçi- Kürtçü tepkileri tetikleyince, bu tepkilerin teröre dönüştüğü ortam, o gençleri ortaya çıkardı.

Gönül bağlarının derinden sarsıldığı, dışlanmışlıkla başlayıp öfke, intikam, yabancılaşma ve kopuş boyutlarına ulaşan bir psikolojinin onarılması için, “Bu kadar hizmet götürdük, yine yaranamadık, nankörler!” söylemlerine asla tevessül edilmeden, çok hassas ve derin çalışılması lâzım.

Bunun için de, operasyon timlerinden önce “ikna ve irşad timleri”nin kurulması gerekiyor.

Bu bağlamda, çocukları dağda olan ailelere yönelik ziyaretler yoğunlaştırılmalı. Anne-babalar, evlâtlarını, girdikleri yolda daha fazla mesafe almadan dağı terk edip eve dönmeye ikna etmeleri için teşvik edilmeli. Bunu sağlamak için, mümkün olan bütün argümanlar sonuna kadar kullanılmalı.

Eğitimci, psikolog, din adamı, kanaat önderi, güvenlik elemanı gibi kişilerden oluşup aynı dili konuşacak uyumlu ikna timleri yoğun bir seferberlik halinde ailelere ulaşmalı ki, aynı evler evlâtları hakkında her an gelebilecek kara haberi bekleme kâbusundan kurtulup huzura kavuşsun.
Ve terör bataklığı tamamen kurutulsun.

Bu çerçevede, Güneri Cıvaoğlu’nun yazdıkları ilginç:

“Polis istihbaratı, PKK’ya katılmak üzere dağa çıkma çağrısı alan gençleri tesbit ediyor. Polis Akademisi’nde ‘ikna eğitimi’ almış genç polis timleri, aileye gidip durumu anlatıyorlar. ‘Demokratik açılım’ süreci için bilgi veriyorlar. Oğul ya da kızlarının dağa çıkmalarını ana-babaların engellemesi için ‘ikna konuşmaları’ yapıyorlar. Öyle bir kez yapılan ‘göstermelik’ konuşmadan değil. 1-2-3… Gereğinde daha fazla ziyaretler. Ana, oğlunu ya da kızını çağırıyor. Hep beraber de konuşuyorlar. Çoğu kez çocuğun dağa çıkması engelleniyor.” (Milliyet, 6.12.09)

Cıvaoğlu, bu projenin fikir babası ve mimarı olarak, son dönemde sık sık gündeme gelen, açılım süreci başladıktan sonra Çankaya Köşkünde de ağırlanan bir profesörü göstermişti. (Aynı kişinin, 28 Şubat sürecinde de, kapalı kapılar ardında etkin roller üstlendiği söyleniyor!)

Oysa “ikna” konusu, o profesörden tam yüz sene önce Bediüzzaman tarafından gündeme getirilmiş ve dahası uygulamalı örnekleriyle hayata geçirilmişti.

Dolayısıyla, akılları ikna edip gönülleri de kazanmaya yönelik bir seferberliğin, ancak, bu hususta da “orijinal patent hakkı”nı elinde bulunduran Bediüzzaman’ın koyduğu parametrelerle mümkün olabileceğini vurgulamakta fayda görüyoruz.

BDP de Bediüzzaman’a kulak vermeli

BDP’lilere düşen, hiç değilse bu noktadan sonra, “Kürtler onunla İftihar ediyor” dedikleri Bedİüzzaman’ı tanıyıp anlamak için seferberlik başlatmak olmalı. Zira kendileri için varlık sebebi olarak gördükleri “Kürt sorunu”nun asıl çözüm adresi o.

BDP de Bediüzzaman’a kulak verip onu anlamaya çalışmalı

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*