Terörün çözümü Bediüzzaman’da

BEDİÜZZAMAN′DAN “İKNA” ÖRNEKLERİ

Said Nursî, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Anadolu’daki millî mücadele hareketine verdiği desteği takdirle izleyen Ankara hükümetinin ısrarlı dâvetleriyle gittiği Birinci Meclisten, Van’da temelini attığı, ama Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi dolayısıyla yarım kalan üniversite projesini tamamlamak için destek ve tahsisat istediğinde, “dinde çok lâkayd, Batılılaşma ve an’aneleri terk taraftarı” meb’uslar dahi, talebin kabulü ve öngörülen tahsisatın çıkarılması için imza verirler.

Ama onlardan ikisi itiraz eder:

“Bizim şimdi geleneksel ve dinî ilimlerden ziyade Batılılaşma ve medeniyete ihtiyacımız var.”

Said Nursî bu itiraza cevabında şu misali verir:

“Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’

“Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ “

(Müküslü Hamza olarak bildiğimiz bu talebeyi tepki olarak böyle bir tavra iten muallimlerin, derslerde Türkçülük telkinleri yapan Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul gibi isimler olduğu belirtiliyor — Lâtif Salihoğlu, Yeni Asya, 25.6.09)
Bediüzzaman, sonrasını da şöyle anlatıyor:

“Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 844-5)

Devamında, o iki meb’usa dönüp, bu coğrafyada milyonlarca Kürt, İranlı, Hintli, Arap ve Kafkas’ın yaşadığını hatırlatarak, “Acaba komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?” diye sorar ve onlar da kalkıp, tahsisatın kabulü için imza verirler.

Bediüzzaman’ın, üniversite projesine itiraz eden meb’uslarla diyaloğunda ve aktardığı anekdotta üzerinde durulması gereken en dikkat çekici noktalardan biri, tartışma üslûbundaki seviye.

İtiraz edenlerin “dine çok lâkayd, Batılılaşma ve geleneklerden tamamen sıyrılma taraftarı” olduklarını söylüyor Said Nursî, ama onları “Dinsizsiniz, zındıksınız” diye suçlamıyor, iknayı esas alan medenî bir üslûp kullanıyor ve ikna ediyor.

“Farz-ı muhal” kaydı koyarak, kendi hayatlarında dine hiçbir cihetle ihtiyaç duymasalar dahi onları bu yanlış nokta-i nazarlarıyla kabul edip, “Garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız bile” diyor; doğu vilâyetlerinde millet, vatan selâmeti için dine ve İslâmiyetin hakikatlerine taraftar olmanın, onlar için de “lâzım ve elzem” olduğunu vurguluyor.

“Çünkü peygamberlerin çoğunun Asya ve doğuda, filozofların da batıda gelmeleri işaret ediyor ki, Asya’yı gerçek anlamda kalkındıracak dinamik fen ve felsefeden ziyade din duygusudur” diyor.

Bu izahlarından ve verdiği örnekten sonra iki meb’us itirazdan vazgeçiyor ve modern fenleri dinî ilimlerle kaynaştırarak öğretecek üniversite projesine destek veriyorlar.

Bugün kendilerini “modern ve çağdaş” addedenlerin, o dönemde Batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme sürecinin öncüleri konumunda oldukları halde Bediüzzaman’ı dinledikten sonra ikna olan o iki meb’ustan alacakları önemli dersler var.

Hâlâ Said Nursî’yi dinlemez, onun dinle fennin birlikte okutulacağı üniversite projesine dudak bükmeye devam ederlerse, takipçisi olduklarını iddia ettikleri öncülerin fersah fersah gerisinde bir bağnazlık içinde olduklarını gösterirler.

Aktardığımız bu tarihî ve ilginç anekdotun, Bediüzzaman tarafından, bir haftaya yayılan birkaç sohbette ikna edilen Kürt talebeyle ilgili boyutu da çok dikkat çekici.

Orada da yanlışa sapan genç, “Yoldan çıkmışsın” denilerek dışlanmıyor, suçlanmıyor, “yola gelmesi” için ikaz ve ihtar edilmiyor; ikna yoluyla tekrar kazanılmasına çalışılıyor. Ve bunun için bir defalık bir görüşme ile yetinilmiyor, “birkaç sohbet” yapılıyor ve ondan sonra talebe, tepki psikolojisiyle içine sürüklendiği yanlıştan kurtarılarak, tekrar istikametli tavrına döndürülüyor.

Bu sohbetlerin detaylarında, davranış bilimcilerin, psikologların, pedagogların çalışma alanına giren önemli prensiplerin tatbiki söz konusu.

Bugün şu veya bu sebeple dağa çıkıp terör örgütüne katılan veya yerleşim yerlerinde sempatizanı olan insanların her birinin böyle kurtarıcı sohbetlere ihtiyacı var. Şefkatle, anlayışla, gönülleri kazanmayı hedefleyen kucaklayıcı tavırlarla ve ikna edici izahlarla yapılacak sohbetlere.

Öldürmenin çözüm olmadığı, bu fitne yüzünden 40 bin can kaybetmiş olmamıza rağmen terörün hâlâ bitirilememiş olmasıyla da sabit. Ve bu, hadisenin genel bilânçosu olarak önümüzde.

O genel tablodaki kayıplar hanesini dolduran her bir vak’a ise, başlı başına yürek yakan trajedilerle dolu. Zübeyir Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması gerekirdi” sözüyle ifade ettiği müthiş gerçeğin, hayatlarının baharında kendilerini dinsiz teröre adayıp kurban eden her bir gençteki yansımaları ve bunların genişleyen halkalar halinde aile efradında yol açtığı derin acılar hangi tarife sığar ki?

Öldürmek için büyük masraflarla harcanan emek, ekonomik açıdan sıfır maliyetli kurtarıcı sohbetlere verilseydi bu hallere gelinir miydi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*