Tesadüf ve evrim aynasında tevhid

Yıl 2002. İzmir’de, bir cezaevinde derslere giriyordum. Derslerimiz belli günlerde koğuşlarda ve sohbet şeklinde oluyordu.

Girdiğim koğuşlardan biri de, 10-15 kişiden oluşan terör koğuşuydu. Buradakilerin ekseriyeti PKK’lıydı. Yalnız aralarında M. ve S. adında iki zeki genç vardı. Bu ikisi, üniversitede okurken cezaevine girmiş, aşırı sol bir örgüt üyeliğinden dolayı on yıl civarında hüküm giymişti. “Daha iyi bilinçlenebilmek için” ikisi de gece gündüz felsefî kitaplar okuyordu.

Her koğuş gibi bu koğuştakiler de beni gayet iyi karşılıyorlar ve ziyaret edeceğim günlerde mutlaka çayı hazırlıyorlardı. Bir hafta gidemesem sitem ediyorlardı. Çünkü içerde hep aynı yüzleri görmekten bıkıyorlardı.

Hepsinin de tek ortak noktası vardı: Allah’a inanmıyorlardı.

MAYMUN-U MEYMÛN

Terör Koğuşu’nda derse girdiğim bir gündü. O gün M. ve S. orada yoktu. Lâf lâfı açtı, nihayet konu Allah’ın varlığına dayandı.

Onlara meşhur “Klavye Başındaki Maymun” misalini verdim ve sordum:

– 100 tuştan oluşan klavye başındaki bir maymunun, 16 harften oluşan adımı, tuşlara rastgele basarak yazması mümkün mü?

Düşündüler. Cevap vermediler.

Ben devam ettim:

– İstediğimiz, 29 harften nihayet 16’sının belli bir sırayla yan yana gelmesi. Çok zor olmasa gerek. Öyle değil mi?

– Evet, dediler.

– Evet, ama bunun gerçekleşme ihtimali “bilimsel olarak” 1/100^16. Yani 100’ün önüne 16 tane sıfır koyduğumuzda ortaya çıkacak sayıda bir ihtimal. Bu ise neredeyse imkânsız demektir!

– Doğru, dediler.

– Peki, bir ismin yazılması için 16 harfin tesadüfen sıraya dizilmesi bile bu kadar imkânsızken, bir bedenin meydana gelebilmesi için milyarlarca harfin yani şartın sürekli ve düzenli biçimde dizilişi tesadüfün eseri olabilir mi?

Hücre çekirdeğindeki DNA’larda bedenimizle ilgili bütün bilgiler var. Öyle ki, tek bir DNA’da bir stadyumu dolduracak kitap kadar bilgi saklı. Tek bir insan bedenindeki bütün DNA’ları ucuca eklesek –100 trilyon hücremiz olduğuna göre– 16 harflik bir bilgiyi değil, Güneşe 250 defa gidip gelebilecek bir bilgi zincirini elde ederiz.

Bu kadar bilgi varsa, arkasında bir bilinç aranmaz mı?

Tesadüf hâkimse düzen olur mu? Zerreden kürelere kadar muhteşem bir düzenin hâkim olduğu bu kâinatta, tesadüfe hiç yer kalır mı?

Cevap veremediler. Daha üstlerine gitmedim. Nasıl olsa bu sualler beyinlerine on sekizlik çivi gibi girmiş olmalıydı.

İKİNCİ RAUNT

Bir hafta sonra aynı koğuşa yine girdim. Bu defa M. ve S. oradaydı. Geçen haftaki sorularım, PKK’lıları çok zorlamış olacak ki, benden sonra koğuşa dönen M. ve S.’ye, belli ki dert yanmışlardı. Ama bana bir şey hissettirmiyorlardı.

Sözü M. almıştı. Lâfı dolandırıp bizim maymuna getirdi ve sordu:

– Klavye başında tuşlara rastgele basan bir maymun için zaman sonsuz olsa, sizin isminizi yazamaz mı?

İçimden “Eyvah!” dedim. Çünkü bu, mantıken mümkündü ve ilmî dürüstlük gereği bunu kabul etmek gerekirdi. Bir hamle sonrasında ise inkâr çuvalını başıma geçirecekleri belliydi. O an Risale-i Nur’daki “sür’at-i mutlaka içindeki kemâl-i san’at” hakikati imdadıma yetişti. Hileye tenezzül etmeden dedim:

– Evet. Eğer zaman sonsuz olursa, maymun bu zamanın herhangi bir anında benim adımı yazabilir.

Rahatlamışlardı. Devam ettiler:

– İşte, sonsuz olan zaman içindeki sonsuz tesadüfler sonucunda bu kâinat ortaya çıktı. Siz maymunu, tesadüfen sizin adınızı yazdığı anda gördüğünüz için onun okuma yazma bildiğini sanıyor ve arkasında bir bilinç arıyorsunuz.

Nerede cerbeze yaptıklarını fark etmiştim.

Sorma sırası bende idi:

– Zamanı sonsuz varsaydınız. Bu sayede bizim maymuna 16 harflik adımı yazdırdınız. Kabul. Peki, aynı maymun, sonsuz bir zaman içinde değil, her an içinde ve gözümüz önünde, sadece basit bir ismi değil, her defasında birbirinden farklı milyarlarca şaheseri yazarsa!? Bunları da tesadüfen yazdığını mı söylersiniz? Yoksa maymunun çok yüksek bir bilincin etkisi altında olduğunu mu? (Buradaki maymun tabiatı temsil etmektedir.)

Bunu da şimdi onların kabul etmesi gerekiyordu. Ama bir süre sessiz kalmayı tercih ettiler.

FİNAL

Pes etmemişlerdi. M. kalan gücünü toplayıp tekrar sordu:

– Başlangıçta bu düzen yoktu, öyle değil mi?

– Elbette.

– Milyarlarca yılı bulan sürekli bir değişim ve evrimle bu mükemmel düzen ortaya çıktı değil mi?

– Doğrudur.

– Hayret! Evrimi kabul ediyorsunuz yani!?

– Evet.

– O zaman mesele bitti. (Rahatladı ve geriye yaslandı.)

– Hayır, bitmedi! Bahsettiğiniz bu evrim, bozulma yönünde mi evrildi, yoksa mükemmele doğru mu gelişti?

– Hep mükemmele doğru gelişti ve evren bu sayede meydana geldi.

– İşte şimdi mesele bitti!

– Nasıl yani!?

– Milyarlarca yıldan beri, her milimetrik zaman ve mekânda, trilyonlarca ihtimal varken, her defasında doğru olan tek ihtimal seçilmiş ve bu kusursuz kâinat böyle bir evrim sürecinin sonucunda meydana gelmiştir diyorsunuz. Biz de diyoruz ki, bu evrim nasıl oldu da hep daha mükemmele evrildi? Şu yediğimiz elmanın oluşabilmesi için bilgi ve şuuru olmayan ve ilerisini göremeyen atomların, kâinatın oluşumunun her aşamasında, önceki hallerinden farklı ve daha mükemmeli meydana getirecek vaziyeti almaları neye bağlı? Sonsuz bir bilinç gerektiren bu sonsuz, ama düzenli tercihleri maddeye kendisi mi yaptırdı?

– …(!)

Artık cevap verememişlerdi. Çünkü en güçlü zannettikleri “Evrim Silâhı” kendi ellerinde patlamıştı!

Konuyu değiştirdik.

Aradan 18 sene geçti. Bu iki gençle, bir gün bir camide karşılaşacağımızdan hâlâ ümidimi kesmedim.

TEVHİD

Rüzgâr bulutu taşır. Bulut elmayı sular. Elmanın çiçeği arının hortumuna göre ayarlanmıştır. Kokusuyla onu cezb eder ve şerbetiyle onu besler. Buna mukabil arı da elmanın döllenmesine yardım eder. Elmanın yaprağı da, arının gözü de güneşle çalışır. Kısacası kâinattaki her şey birbiriyle bağlantılıdır. Rüzgârın, bulutun, güneşin, ağacın, arının… Hepsinin yapıtaşı atomlardır.

Akılsız, şuursuz ve ilimsiz bu atomların yüzünde, her şeyi birden kuşatan bir ilim ve kudret tezahürü işte böyle yansımaktadır. Gözle görülen bu yansıyı ya bir Kadîr-i Mutlak’a veririz yahut her bir atomda Allah kadar bir bilgiyi ve kudreti –hâşâ– var kabul ederiz.

Zira zerre kadar bir cam parçasında güneşin bütün hâsiyetiyle yansıdığını gören kişi, ya diyecektir ki: “Gökteki güneş bütün cam-misal zerreleri külfetsiz aydınlatıyor.” Bunu kabul etmezse mecburen diyecektir ki: “Her bir zerre, bir güneştir!”

İşte istisnasız her zerrede böyle bir güneş yansısını hep gören gafil insan, bunu kanıksar. “Her şey güneştir” diyerek tabiata sapar.

Bu şiddet-i zuhurdur ki, Şems-i Ezelî’ye perde olmuştur.

Abdurrahman AYDIN

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*