Tesbihin Tereddüdü

Klasik şiirimizin en büyük şairlerinden Nâbî’nin sıkça tekrar edilen bir beyti vardır:

“leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihânda
kaldı arada sübha-i mercan mütereddid”

Bugünkü dile aktardığımızda “Dil zikretmekte fakat gönül dünyayı düşünmektedir; mercan tesbih ise arada mütereddit kaldı” anlamını verebileceğimiz bu beyit, reel bir gözleme/olaya dayanıyor. Elinde tesbih zikrederken dünyevi düşüncelerin hücumuyla şair, ne çektiğini ya da ne kadar çektiğini şaşırmış ve bu olay, ona bu beyti ilham etmiş olmalıdır.

Tesbih, çekilen zikirle mütenasip bir tempoyla tane tane ilerler; temposunun bozulması, tesbihin tereddüdüdür; kimi zaman ilerleyip kimi zaman durması, ne kadar çekildiğinin sık sık kontrol edilmesi tereddüttendir. İki arada kalan insanın bu hali, tesbihe de yansımış ve o da yürümekle durmak arasında kalmıştır. Bunu zaman zaman kendimizde müşahede etmemiz mümkündür. Sıkıntılı veya çok sevinçli zamanlarımızda çektiğimiz tesbihi, tereddütte bıraktığımız çok olmuştur. Aile meclislerinde elinde tesbihleriyle torunlarını izleyen dedelerimizin, ninelerimizin kimi zaman ne kadar çektiklerini unutarak kaldırıp tesbihlerine baktıklarını gözlemlemişizdir. Mescitlerin kuytu köşelerinde zikreden dervişlerin kim bilir hangi sebeple tesbihlerini mütereddit bıraktıklarını görmüşüzdür.

Divan edebiyatımızın gerçek hayattan kopuk olduğunu iddia edenlere, bu beyit ne güzel cevap veriyor. Tesbih çekmek ve zikretmek, o zaman (tabii ki şimdiki zaman da) milletimizin hayatında yer tutan önemli geleneklerdendi. Bu cümleden olarak tesbihçilik, İslam sanatlarından bir sanattır ve eskiden yapılan nadide tesbihler, müzelerimizin en önemli teşhir malzemelerindendir. Akikten, anberden, fildişinden, kehribardan, mercandan, abanozdan, kukadan, zeytin çekirdeğinden, andızdan ve daha nelerden yapılan tesbihler, ellerde gezer ve zikrullaha vesile olurdu. Bu sanat bugün de devam ediyor fakat geçmiş zamanki gibi muteber değil. Gafletin hâkim olup zikrin neredeyse unutulduğu bir toplumda, artık başka aksesuarlar moda oldu. Fakat yine de ellerde doksan dokuzluk ya da otuz üçlük tesbihleri görmekteyiz. Gerçi bazısı stres atmak için kullanılıyor, ama olsun, amacına uygun kullanılacağı gün de gelir inşallah.

Beyitte geçen “fikr-i cihan” yerine “meyl-i cihan” terkibinin kullanıldığını görüyoruz ki bu, yanlıştır.  Bu tür şiirler (bir vesile ile yanlış olarak) aktarıldığında, beğenenler not alıyor ve sonra onlar da bilmeden bu yanlışı sürdürüyorlar. Böylelikle yanlış doğruya galebe çalıyor, sonra ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu hatayı silmek mümkün olmuyor. Bunun için akademisyenlerimize biraz iş düşüyor. Küçük yazılar ile bu tip yanlışların düzeltilmesine himmet etseler, kültür ve edebiyat hayatımıza büyük hizmet etmiş olurlar. Elbette ki bu yazılar, kitlelere hitap eden gazete ve dergilerde yayınlanabilmelidir. Medyamız, edebiyata ve şiire daha çok önem ve yer vermelidir.

Bir kısım aydınlarımız, bu tip yazıların etkisiyle divan edebiyatına daha çok yakınlık duymaya başlayabilecektir. Gençlerimize, eski(mez) edebiyatımızın sevdirilmesi de bu şekilde daha kestirme yoldan gerçekleşebilecektir.

Bizim kalemimiz de tereddüt ediyor. O güzelim beyitler, o şahane gazeller, o muazzam kasideler varken ve onları açıklamak dururken bugünkü olumsuz ortamın tasvirini yapmak zorunda kalıyor. Bir duruyor, bir yazıyor, bir hayıflanıyor, bir düşünüyor ama yine de devam ediyor. Kalemler tereddüt etmemelidir; yazmalı, açıklamalı, yanlışları tashih etmeli ve gençlere, aydınlara ve halka edebiyatımızı yeniden tanıtmalı ve sevdirmelidir.

HM Hepsev’in bu yazısı, Kadın Aile Dergisi’nde (Ocak 1997, sayı 142, s.59) yayınlanmıştır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*