Tevhid birdir

Buradaki maksadımız kelime-i tevhidin mana ve maksadını anlatmaktır. Bediüzzaman Hazretleri Âyet-ül Kübrâ’da, “kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşâhedâtında” bu meseleyi harika bir şekilde izah etmiştir. Biz ise mütevazı bir şerh etmek istiyoruz.

Tevhid aslında birdir, fakat birler ikidir, onun için karıştırılıyor.

Meselâ;

1. Tevhidî ve hakikî bir

2. İzafî ve ârızî bir vardır.

Aslında o izafî ve arızî birler de hakikî birin türevleridir. Yani o hakikî bir olmasa bu arızî birler olmazdı. İzafî birlerin bütün hareketleri de o hakikî bire bağlıdır.

Biz Kelime-i Tevhidi söylemekle, o sanal birleri değil, hakikî biri kastetmiş oluyoruz. Adeta “Yâ Rabbi, ben bu gölge birleri değil, hakikî bir olan, şeriki olmayan Zâtını kast ediyorum ve onu ilân ediyorum” demiş oluyoruz.

Aslında her şey birdir. O çoklu rakamlar, meselâ milyon, milyar ve trilyon gibi hepsi birin türevleridir. Meselâ 4, dört tane bir demektir veya birin 4 ayrı yansımasıdır. Diğer bir ifâde ile izafî birlerin çoğu, azı, artısı, eksisi, negatifi pozitifi olur, fakat tevhidî birin negatifi, pozitifi, azı, çoğu olmadığı gibi, kâinatta tek çoğulu olmayan kelime “ALLAH” kelâmıdır. Ancak kâinata azametine göre değil, ayinelerin kabiliyetine göre yansıdığı için, biz o ihtişamı idrak edemiyoruz. Onun için Bediüzzaman “Herkes kendi ayinesinin müşahedâtına tabidir” ve “Ey insan sen öyle bir hayata namzetsin ki dünyanın bin senelik en mükemmel lezzeti Cennetin bir saatine, Cennetin dahi bütün şaşaasıyla bin senelik en mesudâne hayatı ruyet-i cemâline mukâbil gelmeyen cemâlullaha müteveccihsin” demekle bu gerçeği haber vermiş oluyor. Demek iman veya tevhid bu gerçeği fark edip Kelime-i Şehâdetle ilân etmektir. Onun için şehâdet kelimesini getirirken şehâdet parmağımızı kaldırıp işâret edercesine “Eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed en abduhu ve resûluh” deriz.

Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir ve bine kadar birlik vardır. Bunların da hepsinin hem teklik anlamı, hem de beraberlik anlamı bulunmaktadır. Yalnız onların hepsinin sebebi başta Allah’ın birliğidir, yani Allah’ın birliği hem o birlerin sebebi, hem de onlardaki beraberliklerimizin sebebidir. Yoksa ne birlik olurdu, ne dirlik, ne de beraberlik. Demek bizi berâber eden de Allah (cc) birliğidir.

Bu aynı zamanda eşyanın hakikatinin Allah’ın esmasının tecellisi olduğunu itiraf ve ilândır.

Onun için Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şâmiye’nin tevhid bahsinde “Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhânı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkan ve azası, belki bütün hüceyrâtı, belki bütün zerrâtı birer ilân-ı zikr-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-i bülendine iştirak ederek hep birden ‘Lâilâheillallah’ diye Mevlevî vâri zikrediyorlar” demiştir. Demek ki yalnız biz değil, bütün kâinat halen ve kâlen ayni hakikati haykırıyor, fakat Üstadın bir manzumesinde dikkat çektiği gibi “Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü hak söyleyen âyetleriz biz” diye yıldızların nurâni tebessümleri ve semanın radları ile kâinâtı velveleye verircesine ba- ğırmalarını duymayanlara şâirin dediği gibi “His yok heyecan yok leş mi kesildin, hayret veriyorsun bana sen böyle değildin” demeye biz de mecbur kalıyoruz.

“Tevhidin bürhân-ı nâtıkı olan Kur’ân’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki, kalbinde derinden derine gâyet ulvi, nihâyet derecede ciddî, gâyet samimî, nihayet derecede munis ve muknî ve burhan ile mücehhez bir sada-i semâvi işiteceksin ki, “Allah-ü lâilâhe illahu” zikrini tekrar ediyor.

“Evet, şu bürhân-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i İ’caz, içinde nur-u hidâyet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı işhad, önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinâd-ı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin?”

Demek hakikî olan vahid ve bir olan yaratıcıdır, izafî ve sanal birler ise masivallah denilen mahlûkattaki birlerdir veya o hakikî birin ayinelerdeki akisleridir ve bunların kalbe girmelerine sakın fırsat verilmemeli, zira mikrop saçar, sanem olur, gazap olur.

O akisler dahi mazharın kabiliyet ve kapasitesi nispetinde anlaşılacağından ne edip eyleyip bu işin hakikî menbaına ulaşmak gerekir. Bir de algılanması da müşâhidin kabiliyet ve müşahedatına bağlıdır, onun için Bediüzzaman Hazretleri “Herkes kendi ayinesinin müşahedatına tabidir” demiş. Yani o esmayı olduğu gibi değil de, kendi kapasite veya kabiliyeti nispetinde algılayabilir veya gösterebilir. Gören de göz kapasitesine ve idrak seviyesine göre anlayabilir. Meselâ miyop veya hipermetrop ise, onun için farklı anlayışlar zuhur ediyor ve herkes de hükmünü kendi görüşüne göre veriyor. Kendini haklı zannediyor. Onun için Efendimiz’in (asm) bir duâsı da “Mâ araefnâke hakka marifetike ya maruftur” yani “Ey bilinen veya bilinmesi gereken Seni hakkı ile tanıyamadım, bize Kendini hakkıyla tanıt” şeklindedir.

Bunun bir sebebi de bakış açısının veya konumun yanlışlığıdır. Onu da şu küçük hikâyeyle anlatayım: Yoldan geçmekte olan bilge bir zat, iki olgun kişinin kavga ettiğini görür, ayırmak için araya girer ve kavga sebebini sorar. Onlardan biri şöyle anlatır. ”Bir kere bu adam benim inadıma veya zıddıma konuşuyor” der. Bilge sorar, “Ne biliyorsun?” O adam, “Bilmez olur muyum canım, şurada bir kurbağa var, bu herif inadına kaplumbağa diyor” deyince, bilge adam, nereden baktığını sorar. O da baktığı yeri gösterir. Bilge adam da oradan bakar ve o da kurbağa şeklinde görür. Diğer adamla da aynı muhavereyi yapar. O da baktığı yeri gösterir, bilge zat, oradan da bakar ve kaplumbağa gibi görür. Herkesin baktığı konuma göre haklı olduğunu görünce, “Bu iş böyle olmayacak” deyip ikisiyle birlikte daha hâkim ve yakın noktaya gitmişler. Bir de ne görsünler o bir taşmış ve ikisi de yanılmış ve boşa kavga etmişler.

İşte filozof ve bilimciler o kavga eden kişiler gibidir, nebiler ve görevli olan veliler (müceddit ve mehdi) ise o bilge gibidir.

Yani onların ancak nazarî planda ele alıp hayal dahi edemediği gerçekleri peygamberler ve asfiya icra etmişler. Bediüzzamanın ifâdesi ile “Karıncayı emirsiz, arıyı yasupsuz bırakmayan Allah beşeri de Nebisiz ve velisiz bırakmaz ve bırakmamıştır.”

Demek ki “ Elhakku yalu vela yula aleyh” yani hak ve hakikat eninde sonunda nebean edecek ve hak muzaffer olacaktır.

Yani; “Bir kitâbullahı azamdır seraser kâinat hangi harfini yoklasan manası hep ALLAH (tevhidi bir) çıkar”.

Şemsettin Çakır

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*