Toplum yaralarını imanıyla sarıyor

“Türkçülük görünümleri altında milletin yüzlerce yıldır biriktirdiği değerlere saldırılıyor. Ben de birçok meslektaşım gibi böyle bir saldırıdan çok daha örselenmiş olarak çıkacağımızı sanıyordum. Ama şimdi sevinçle görüyorum ki, bu toplum saldırıya uğradıkça, imanının beslendiği değerlere daha çok sarılarak, kendi yaralarını sarmış…”

MİLLETTEN YANA OLAN AYDINLAR
“Benim umudum siyasetçilerden ziyade, milletin aydınlarında. Bilinmez bir geleceğe doğru yol alırken, canhıraş biçimde mücadele eden siyasetçilere değil, aklıselim, bilgi ve sezgileriyle iş yapan aydınlara bakmak lâzım. Milletten yana olan aydınlar ne kadar çok söz alırsa işimiz o kadar kolaylaşır.”
SİYASETÇİLERE DEĞİL, HALKIN AYDINLARINA BAKMAK LÂZIM

Türkiye’nin büyük bir değişim içinden geçtiği düşünülürken Türkiye toplumunun nasıl bir yapısı olduğu üzerinde pek de durulmayan bir konu. Hakikaten Türk toplumu devletin her dediğine evet mi diyor? Toplumun genetik yapısı nedir? Değişimler karşısında nasıl bir pozisyon alıyoruz? gibi soruları sormanın yerinde olduğunu düşündük. Biz de Türklerin Psikolojisi kitabının yazarı Prof. Erol Göka ile toplumun düşünce ve karakter röntgenini çekmeye çalıştık. Bakın ortaya neler çıktı…

BEKA ENDİŞESİ BAZEN VEHİME DÖNÜŞÜYOR

Türkiye’de toplum kendini sizce nasıl tanımlıyor?
Toplum kendisini nasıl tanımlıyor sorusu bir kimlik sorusu aslında. Toplumumuz kimliğini ortaya çıkartmaya çalışan anketlerde kimliğini en çok “Müslüman,” “Türk” ya da “Müslüman-Türk olarak tanımlıyor. Kimliğinin en belirgin özelliklerini bu şekilde tanımlayanlar, toplumun kahir ekseriyetini oluşturuyor. Toplumun yarısına yakını mütedeyyin olduğunu söylüyor; diğer yarısı “Müslüman” kimliğinden asla taviz vermemekle birlikte, kendisini pek dindar hissetmiyor. Toplumumuz ordusuna güvendiğini ama Meclise güvenmediğini beyan etse de demokrasiden çok memnun. Vesayet sisteminin kalkmasını istiyor, ama etnik ve dinî farklılıkların kendisini özgürce ifade etmesi konusunda kafası çok karışık, sanki içeriden ve dışarıdan bizi birbirimizi düşürmeye çalışanlar olduğu konusunda endişeli, bu beka endişesi bazen vehim düzeyine ulaşabiliyor.

OTORİTEYE KARŞI İTAATKÂRIZ,AMA KARŞI ÇIKMAK İÇİN FIRSAT KOLLUYORUZ

Millet olarak diğer milletlerden farklı özelliklerimiz var mı?
Toplumumuzun, özellikle etnik olarak Türk olanların yani anadili Türkçe olanların diğer toplumlardan farklarını “Türklerin Psikolojisi” kitabımda belirtmeye çalıştım. Şöyle özetleyebilirim: İnsanımız, hâlâ çağlar boyu, daha düne kadar göçebe bir hayat sürmüş olmanın psikolojisiyle hareket ediyor. Evlerimizi bile çadır hayatı yaşıyormuşçasına döşüyoruz. Sözlü kültür dairesinde yaşıyoruz; yazıyla aramız pek hoş değil. Toplum hem çocukları okumuş adam olsun istiyor hem de okumuş adamdan, yazıdan hoşlanmıyor. Muhabbet ehliyiz, konuşmayı çok seviyoruz. Gösterişe ve şatafata çok düşkünüz, diğer insanlarla ve eşyalarla ilişkilerinde bu özelliğimiz belirli bir rol oynuyor. Otoriteyle de ilişkimiz ikircikli, hem itaatkâr bir topluluğuz hem de karşı-çıkmak için fırsat kolluyoruz, ama asla isyankâr değiliz. Türkler, sanılanın aksine asla ırkçı ve dinsel fanatik değiller. Diğer topluluklara, dinlere hem çok kolay uyum sağlıyorlar, hem de enteresan bir biçimde kendilerini dünyanın efendisi gibi görüyorlar. Dün nasıl soy-boy halinde yaşıyorsak, şimdi de segmentler halinde yaşıyoruz; bölünmemiz kolay, ama birlik olabilmemiz için üzerimize çok fazla gelinmesi gerekiyor. Segmenter yaşantımıza, tarafgirliğimize rağmen sanıldığı gibi toplumda bir kutuplaşma yok, bin yıldır çektiği çileler, başına gelen belâlar zaten sabırlı olan insanımızı daha da temkinli yapmış…

TOPLUM, DEVLETİ AZASI GİBİ GÖRDÜĞÜNDEN SES ÇIKARMIYOR

Türkiye’de cumhuriyet tarihi boyunca toplum devlet ilişkileri nasıl olagelmiş?

Konuşulması oldukça zor bir konu… Zira toplumun görünen tepkileriyle derin yaşantısı ve düşünceleri arasında büyük farklılıklar var. Görünüşte gayet uyumlu asla isyankâr olmayan bir toplumuz. Daha çok Doğu ve Güney-Doğuda olan etnik ve dini kalkışmalar olmuş, ama diğer bölgeler inadına sessiz. Dininin baskı altına alınmasına, Latin harflerine, hafızasını silme gayretlerine bile ses çıkarmıyor; en sevdiği liderlerden birisi olan rahmetli Adnan Menderes asıldığında bile gözyaşlarını içine akıtıyor. Devletini kendi bedeninin azalarından birisi, özürlü bir azası ya da hayırsız bir evlâdı olarak görüyor adeta. “İşime yaramıyor, canımı yakıyor, ama ne de olsa benim bedenim, benim evlâdım derdimi kimseye belli etmemeliyim” diyor. Sanki barışçı bir biçimde hesap sormak için fırsat kolluyor; tepkisini hemen belli etmiyor, ama önüne sandık konduğunda “Gidin başımdan, sizden de yaptıklarınızdan da hoşnut değilim” diye haykırıyor.

SES ÇIKARMAYINCA YÖNETİCİLER HALKIN KENDİLERİNİ SEVDİĞİNİ DÜŞÜNÜYOR

Devletin yanında devlet adamlarıyla ilişki düzeyimiz nasıl?

Kendisine hizmet edenleri, kendisine devlet katından yakınlık gösterenleri asla unutmuyor, onları bağrına basıyor; devletinin kıymetini biliyor olmasından olsa gerek diğerlerini de hemen silmiyor. Devletten hep umutlanmak istiyor. Böylesine erdemlerle dolu bir toplumda “devletlu” olmak kolay tabiî. Toplum isyan etmiyor, derdini içine atıyor, dışarıya vurmuyor. Toplumun derdiyle dertlenmeyen “devletlu” da “başında boza pişirmeme rağmen halk isyan etmediğine göre demek ki beni seviyor” diye düşünüyor, oysa fena halde yanıldıklarını görmüş olmalılar. Tek parti döneminden hoşnutsuzluğunu ve kendisine saygı duyulmasını, söz verilmesini isteyen toplum, 1946’dan beri mutedil, ama dalga dalga demokrasiye doğru yürüyor. Başlangıçta küçük bir grup jakobene ödünç verdiği devleti adeta yeniden geri alıyor.

GELENEĞİNE SAHİP ÇIKMAYANIN GELECEĞE KATKISI OLAMAZ

Bazı kesimler tarafından halkın sürekli cahil ve özgürlük arayışı içinde olmadığı söylenir. Buna katılıyor musunuz?

Bu halka sürekli kabahat bulan, onu beğenmeyen o kadar çok “aydın” kılıklı karanlık adam var ki… Halk arasında “çıktığı kovuğu beğenmemek” lâfı var ya, bizim karanlıklar tam onlardan; halkı anlamaya çalışmak, ona uygun bir perspektif geliştirmek yerine, tüm beceriksizliklerini attıkları bir rezervuar olarak görüyorlar. Halka olan bu sevgisizlikleri görülmesin diye önlerine “halkçı” yaftası asıyorlar. Bilmiyorlar ki, kendi geleneğine sahip çıkmazsan, kendi halkının erdemlerini savunmazsan senden ne kendine, ne insanlığa gelecek bir hayır yoktur…

TOPLUM, SALDIRIYA UĞRADIKÇA İMANIN BESLEDİĞİ DEĞERLERE SARILMIŞ

Cumhuriyet dönemini göz önüne alırsak halk kendine çok yabancı kültürel bir dayatmayla karşılaşıyor. Bu toplumda ne tür yaralar, hastalıklar açmış olabilir?

Evet, güya “arı-duru Türkçe”, “Asya kültür tarihimize dönüş” gibi Türkçülük görünümleri altında milletin yüzlerce yıldır biriktirdiği değerlere saldırılıyor, işgal altına alınıyor. Ben de birçok meslektaşım gibi böyle bir saldırıdan doğrusu çok daha örselenmiş olarak çıkacağımızı sanıyordum. Ama şimdi sevinçle görüyorum ki, bu toplum saldırıya uğradıkça, imanının beslendiği değerlere daha çok sarılarak, kendi yaralarını sarmış… İçimizden çok azına musallat olmuş fanatizm illetini görmezden gelirsek iyiyiz çok şükür.

Sürekli devlet dairelerinde, diploma törenlerinde edilen kutsal devlet yeminlerine ne diyorsunuz?
Bakın şunu kabul etmeliyiz; biz devleti ve devlet yöneticisini kutsayan bir geleneğe sahibiz. “Türklerde Liderlik ve Fanatizm” kitabımda ayrıntılı biçimde göstermeye çalıştım, Türklerin eski inançlarından kaynaklanan liderliğe, yönetim katlarına ve devlete uhrevî bakışları ve kutsiyet atfetmeleri, değiştirdikleri dinlere ve hatta İslâmiyete rağmen şöyle veya böyle etkilerini sürdürmeye devam etmiştir. Devlet yöneticileri, modern ulus-devleti yönetme teknikleriyle Türklerin tarihsel psikolojilerinden gelen bu özellikleri, kendi iktidarlarını payidar kılabilmek adına pek güzel kullanmışlar. Modern ulus-devletlerde öngörülün ritüeller bizde en haşin biçimde uygulanmış.

VESAYETLE SİVİL TOPLUMUN ORTASINDA BİR YERDEYİZ

Son zamanlarda devlete karşı ne olduğu anlaşılmaz bir siyasî tavır mı geliştirildi? Ama sonuçta bu darbeleri yapan devlet değil miydi? Gibi açıklamalar da yapılıyor…

Bana sorarsanız bir yandan demokrasi mücadelesi sürüyor, bir yandan tarihsel psikolojimiz bizi ayaklarımızdan daha ileri gitmeyelim diye çekiştiriyor. Kafalar karışık, çok çektiğimiz vesayet sisteminden kurtulmak istiyoruz, ama sivil toplum geleneğine sahip olmadığımızdan topluma da pek güvenmiyoruz. Şimdi tam orta yerde duruyoruz, yeni anayasa konusundaki tavrımız, bu büyük imtihan, demokrasi mücadelesinde sınıfta kalıp kalmadığımızı belirleyecek.

Şu anda Ergenekoncu-demokrat gibi halk bölünmüş vaziyette. Bu tür kutuplaşmaların aşılması için toplumsal olarak ne yapılabilir?

Bence gerçekte bir kutuplaşma yok, kafa karışıklığı dediğim durum var. Milletin gerçekten güvendiği organik aydınlar ortalığa daha çok çıkıp söz aldıkça, ne olup bittiğini, dahası demokrasinin ne demek olduğunu ve ilerlemesi için ne yapmamız gerektiğini daha iyi anlattıkça yolumuz aydınlanacak. Demokrasi yaşama geçtikçe millet birbirini daha iyi anlayacak. Bakın başörtüsü ne büyük sorun gibi duruyordu, şimdi üniversitelerimizde başörtüsü için lehte veya aleyhte tek bir eylem bile yapılmıyor. Yine aynı şekilde koca koca paşalar tutuklanıyor, tek bir nümayiş yapılmıyor…

SİYASETÇİLERE DEĞİL, AKLI SELİME ÇAĞIRAN AYDINLARA KULAK VERİLMELİ

Yeniden bir devlet tanımımı yapmak gerekiyor. Ama öbür taraftan kimse değişimlerden memnun değil? Hep böyle bir memnuniyetsizlik mi devam edecek?

Ustalık döneminde “usta”nın ne yapacağına, krizi nasıl yöneteceğine, bizi nereye götüreceğine bakalım diyeceğim, ama şaka olarak tabiî ki… Benim umudum siyasetçilerden ziyade aydınlarda, milletin organik aydınlarında. Bilinmez bir geleceğe doğru yol alırken, canhıraş biçimde mücadele eden siyasetçilere değil, aklı selimle, bilgi ve sezgileriyle iş yapan aydınlara bakmak lâzım. Milletten yana olan aydınlar ne kadar çok söz alırlarsa işimiz o kadar kolaylaşır.  Siyaset elbette çok lâzım, ama neredeyse tüm enerjisini mücadeleye ayırmış siyasetçiye de çok yüklenmemeli.

Siz görülmeyen devletin muteber olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Devletin milletin içinden çıkan kendini yönetme ve gücü kullanma iradesi olduğunu düşünüyorum, bu nedenle devletimiz eninde sonunda bize benzer yani “Hak ettiğimiz biçimde yönetiliriz.”

Devletin ürünü olduğu milletle ilişkisi, tam da bedenimizin çalışması gibidir. Sağlıklı bir bedenin çalışmasını asla hissetmeyiz, bedenimiz ancak bir hastalık halinde ağrı, acı ve işlevsizlikle kendisini hissettirir. Bedenimiz kendisi sürekli fark ettirdiğinde hastalanmışızdır. Hayatımızı yaşayıp giderken, yaşayan bir bedenimiz olduğunun ve ona ait çeşitli sistemlerin, organların, doku ve hücrelerin inanılmaz bir harmoniyle çalışmasının tümüyle bilincinde olduğumuz halde, bu çalışmayı hissedemeyiz. Zaten başka türlü olsaydı, örneğin kalbimizi her tik-takını ona dikkat kesilmeden hissediyor olsaydık, hayat dayanılmaz bir kâbus olurdu. Bedenimizin çalışmasını, ancak bedensel sağlığımız bozulduğunda hissederiz ve aslında hastalık anlarında bu hissettiğimiz de, tam anlamıyla bedenin çalışması değil, bedenin bozuk çalışmasının yol açtığı semptomlardır; yani bedenimizi hissettiğimiz andan itibaren ortada bozuk çalışmaya bağlı semptomatik bir hissediş vardır. Bedenin nomos’unu ancak düzen bozulduğunda yani hastalandığımızda hissederiz. Toplumsal nomos için de aynı hakikat geçerlidir; toplumsal düzenin idamesinden sorumlu olarak var olan ya da varlık nedeni toplumsal düzenin idamesi olan ve ancak bunu sağlayabildiği ölçüde meşrûiyetini garanti edebilen devlet, hayatın içinde hissedilmeye, görülmeye başladığında, bu, toplum düzeninde işlerin yolunda gitmediğine delâlet eden bir durumdur.

EN BÜYÜK HASTALIKLARIMIZDAN BİRİ MEŞVERETİ REDDETME

Yani…
İyi bir devlet işleyişinin de sağlıklı bir beden gibi olması, kendisini asla hissettirmeden tıkır tıkır çalışması lâzım. Her yerde üniformalar, dayatmalar, bağırış çağırış, zapturapt görürsek o toplum sağlıklı bir devlet işleyişi oluşturamamış demektir.

Siz Türkiye’de devlet yönetiminde ne tür hastalıkların olduğunu düşünüyorsunuz?
En birinci hastalığımızı konuştuk, halkı küçük görme, devleti kutsal tapınılacak bir aygıt sanma… İkinci hastalığımız, başarısına hayran olma, halkın takdir ettiği birkaç icraatın ardından gurura kapılarak, meşvereti, danışmayı reddetme, her dediğini doğru diye düşünme, ilâhlaşma… Kim iktidara gelirse gelsin tez zamanda yakalandığı yaygın bir diğer hastalık da tarafgirlik, işi ehline vermek yerine, uzayan kol bizden olsun diye düşünme…

Prof. Dr. Erol Göka kimdir?
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 4 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri

Kliniği Şefi oldu. 2010 yılından beri Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Profesör kadrosunda.
“Türkiye Günlüğü” dergisinin yayın; birçok tıp ve beşeri bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Çok sayıda bilimsel çalışmanın içinde yer almış, bilimsel makale üretiminde yer almış.

“Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı Yılın Fikir Adamı Ödülü’ne lâyık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü verilmiştir.

Yayınlanan 20 kitabının içinde öne çıkanları: “Türklerin Psikolojisi” (2008), “Kadınlar, Erkekler, Aşıklar” (Sema Göka İle birlikte, 2008), “Türklerde Liderlik ve Fanatizm” (2009), “Ölme: Ölümün ve Geride Kalanların Psikolojisi” (2009), “Türk’ün Göçebe Ruhu” (2010), “Aşk Her Şeyi Affederse” (2010), “Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı” (2011)…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*