Tuna boylarından Pirene eteklerine

Coğrafî isimler kadar milletleri ve tarihî medeniyetleri çağrıştıran pek az sembol vardır. Doğu Avrupa veya Balkanlar’da Osmanlı’yı “Tuna boyları” sözcüğü kadar net ele verebilecek kaç kelime sayabiliriz ki? Ya Pirene dağları… Şam-ı Şerif’ten Kurtuba’ya, Gırnata’ya ve oradan da Pirene sıradağlarının tepelerine tırmanarak Paris önlerine gelen Abdurrahmanları ve Müslüman Arap medeniyetlerini “Pirene” ve “Andulise” kelimeleri kadar sıcacık ifade edecek başka sözcük yoktur, kanaatindeyim.

Bugün ne Tuna boylarındaki küheylanların nal sesleri-kişnemeleri, ne de Charles Martel’in Abdurrahman’ı Paris önlerinde durduran şövalyeleri dünyamı dolduruyor. Tarihin trajik çizgilerini anmada fazla bir yarar görmüyorum. Zira eski hal yine muhal…

Tuna boylarında köpük köpük küheylanı koşturan akıncının idealiyle Cebel-i Tarık’ı aşan Berberî kahramanların idealleri arasındaki farkı bilemiyorum, ama; hem Pirene’ye sırtını dayayan şövalyelerin, hem de Viyana’yı canları pahasına savunan Germen’lerin endişelerini anlamamak mümkün değildi. Ortaçağın cehaleti, taassup ve ruhanî istibdatları doğudan, batıdan karanlık Avrupa’ya doğan güneşin önüne set çekmişlerdi. Avrupa’nın bu ortaçağ tarihinin zamanımıza misafir olduğunu hayal ettiğimde, beyaz-sarışın ırkın yanaklarının şaşkınlık ve mahcubiyetten al al olduğunu görüyorum.

Bir taraftan Asya-Afrika kıtalarından buraya yapılan göçler diğer taraftan Avrupa’nın içten içe yaşadığı inkılâplar-değişmeler düşmanlıkları maziye münhasır bırakmış. Yalnızca meçhuliyet ve sorumsuzluğun kol gezdiği metropollerde değil, dindar Katolik köylerine varıncaya kadar açılan küçük cami, mescitlerdeki Kur’ân sesleri Avrupa’nın insanlık yolunda kazandığı mesafeyi gösteriyor, kanaatindeyiz.

Bu hoşgörüyü maalesef henüz İslâm coğrafyasında göremiyoruz. Anadolu’nun veya bir başka İslâm ülkesinin doğusundan batısına gidip yerleşmenin ve ekmeklerine ortak olmanın hâlâ kolay olmadığını pekâla biliyoruz. Halbuki genellikle aynı inançları, dili ve gelenekleri paylaşıyoruz, onlarla… Ya Tuna boylarından Pirene dağlarına uzanan coğrafyalardaki köylere yerleşen Türk, Arnavut, Arap, Kürt, Boşnak, Fars ve Berberî kökenli insanlara ne dersiniz! Yerleştiği köyün dilini bilmez, dinine inanmaz ve geleneklerinden de habersizdir. Bu garip insanlara gösterilen hoşgörüyü ne Charles Martel’in çocuklarına, ne de İmparator Büyük Karl’ın torunlarına havale edebilirsiniz. Yalnızca; insanî prensipleri, hakikî Hıristiyanlığı ve ilmî inkişafları esas almış “Yeni Avrupa”nın insanlığa sunduğu ve Mesih’in nefesiyle açılmış bir deste çiçek olarak kabul edebiliriz.

İlimle inkişaf eden bu Avrupa’nın çocukları, İslâmı ve tarihi öğrenmede yer yer Anadolulu ve Kuzey Afrikalı çocukları geçmiş. Çevresindeki camilerden, Kur’ân kursu ve medreselerden de istifade ile “doğru İslâm”ı öğrenmeye gayret ediyorlar. Dinsiz, sefih ve egoist Avrupa ile Amerika’nın İslâma yaptığı hücumu işte mezkûr Avrupa’nın çocukları göğüslemeye çalışıyorlar. Kilisenin minare yüksekliğindeki kulesinden aşağıya sarkıtılmış büyük bez afişte: “Savaşa hayır! İlle de barış” sözlerini Türkiye’deki cami veya binalarda okuyabilir misiniz? Karlsruhe Üniversitesinin büyük binasının büyük pencerelerinde de aynı mânâ vardı: “Bu savaş sona ersin!” Söz konusu afişlerin İstanbul Üniversitesinin tarihî binalarından aşağıya sarkıtıldığını hayâl edebilirsiniz.

Biz garibler; İslâmı hal ve etvarımızla Avrupa’ya gösteremedik. İslâmın ruhuna ters ahlâk ve davranışlarımızla maalesef yer yer perde olduk. Fakat bir çok perdeler gibi 11 Eylül’ün ters vuruşla darbeleriyle Kur’ân üzerine örtülmüş siyah cehalet ve adavet örtüleri de uçuşuverdi. Medyayı dikkatlice incelediğimizde Avrupa’nın bir medreseye dönüştüğünü ve İsa’yı (a.s.) sevenlerin felâketlere Kur’ân’la mukabele ettiklerini göreceksiniz. Binlerce misal..

Varsın Türkiye merkezli “münafıklarla” New York merkezli dinsizler yalancı zaferlerden bahsededursunlar. Şam-ı Şerif’in üzerinden yükselirken İstanbul’u selâmlayan güneşin eteklerine, Sodom ve Gomore’nin kirli elleri yetişemediği gibi, dinsiz Roma da pılı-pırtısını toplayıp Atlas ötesine kaçmanın yollarını arıyor. Tuna boylarından Pirene’ye coşkunca akan küheylanın süvarisine ne bir ceberrut devlet, ne bir eşkıya mânî olmadan “Yeni Avrupa”nın güzelliklerini renk renk, soluk soluk ve kuş avazlarıyla dünyasına taşıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*