Türk dili savunması: Tahripkâr cereyanlar ve dilimiz…

Önceki yazımızda, harf devriminin Türk diline karşı girişilen dehşetli savaşta düşmanlarımızı güçlendirdiğini yazmıştık.

Neticede bir aşk romanı, bir magazin sayfası veya bir halk hikâyesi de olsa Kur’ân harfleriyle yazıldığından dolayı geçmişteki bütün eserler yasaklanınca, yeni yeni dilciler türemiş genç Cumhuriyette… Kimisinin anadili İbranice, kimisininki Ermenice veya Kürtçe olan meşhur dilciler. Dünü ve dünden öncesini İslâm öncesine kadar yok sayan veya inkâr eden bir dönemde Türkçe’nin uğradığı felâketin yansımalarını üniversite sıralarında yaşamıştık. Mustafa Okur, Bekir Sevinç, Mehmet Onar, Abdulah Şahin, Yaşar Şahinbaş, Ahmet Erdem, Recep Şirin ve daha başka okuyucularımızın şahit oldukları “müşahhas – mücerred” ile “soyut – somut” tartışması, geçmişe dönüp mülâtefe ile tahattur ettiğimiz bir hadise sırasına geçti. Hemen hemen her günümüz uyduruk kelimelerle Türkçenin kapıştığı gürültülerle geçerdi. Türkçe’ye hassas nesiller vardı. Onların şiirde, hikâyede, tiyatro ve mizahta ortaya koyduğu eserler, Marksist solcuların en hoşlanmadığı edebî eserlerdi. Kemalizmin başlattığı “uydurukça”nın dalgaları sahillerimizi döverken, Türkçe’de çizdiğimiz sınırlar itikat ve dâvâmızdan bize haber verirdi. Kelimeler meydanındaki vuruşmanın, sokaktaki sağ sol vuruşmasından geri kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk milliyetçiliğini iddia eden cenahtaki gençlerin komünizm düşmanlığı, onları kelimeler savaşında safımıza getirmişti. Zaman zaman komplekslere bürünmüş bazı İslâmcı yazarların ise sol cephede gezindiklerini hâlâ esefle hatırlıyoruz.

Yeni Cumhuriyetin, Afgan, Hint ve Pakistan Müslümanlarının İngilizle savaşımıza yardım niyetiyle gönderdikleri paralarla kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının misyonlarını araştırmacılarımız kenardan köşeden de olsa yazmaya başladılar. Ümit ederiz ki, fedakâr ve kahraman araştırmacılarımız TDK’nın etrafında o zamanda kümelenmiş “dilcilerin” mahiyet ve misyonlarını günümüz nesillerine aktarırlar. Hedef ve maksadı “İslâmiyet” düşmanlığı olan o günkü dilcilerin yazdıklarının da, Müseyleme-i Kezzab’ın şiirleri nevinden günümüze aktarılması güzel bir çalışma olacaktır.

ZİNDANDAKİ TÜRKÇE

Harf devrimiyle yaşanan sosyal devrimin dehşetli yansımalarını, insanlık tarihi belki Çin’de ve Sovyet Rusya’sının ihtilâl sonrasındaki yıllarında yaşamıştır. Yüz binlerce münevver insan, şehirleri terk ederek – varsa – baba ocağı köyüne dönmüş. Devletin en etkin ve âlim kadroları bir gecede lâl ü ebkem bırakılırken, yalnızca devrimleri alkışlayanlar kadrolarını koruyabilmişler. Bu yıllar Türkçe’nin sürgün, hicret, inziva ve zindan arasında tercihini yapmaya mecbur bırakıldığı yıllardır. Safahat’ın müellifi Mısır’a hicret ederken Refik Halid de gurbet hikâyelerini yazmak üzere bir nevi sürgünü ihtiyar etmişti. Hecenin coşkun şairi M. Emin ise Kral Abdullah’ın vesayetine sığınmıştı. Türkçe’ye hizmet edenlerle müdafaa edenleri ayıran çizgi zindan idi. 1907’den îtibaren Türkçe eser vermeye başlayan Bediüzzaman ise Türk dili kalesini de terk etmeme kararı almış; Plevne Kahramanı, Kanije Kahramanı, Ahmet Muhtar, Fahreddin Paşa ne Muhtar Sekafi gibi çok kararlı bir müdafaaya girişmiş. Zindandan menfaya tam 130 eseri Türkçe’ye kazandıran Bediüzzaman’ın Türk dilini müdafasındaki misyonunu bilmeyenler, Türkçe hakkında zinhar konuşmamalıdırlar, diyoruz. Türk dilinin alfabesiyle, kelimeleriyle, terkip ve deyimleriyle “yeraltına” indiği 1928-1950 yılları arasındaki kahramanlık destanlarının yalnızca bazı parçaları neşir hayatına kavuştu. Zindanın Türkçe için medreseye dönüştüğü zamanları, kahramanlarının düşmanlarıyla alay ettiği günleri ve kara kalemin matbuat dünyasına meydan okuduğu heyecan dolu yıllar, “Dilimi seviyorum” diyen gayretli araştırmacıları bekliyor.

Risale-i Nur’un 1928’den ta 1980’lere kadar şiddetli takibe tâbi tutularak yasaklanmaya çalışılmasının asıl sebebi harf devrimi değildi. Zira Bediüzzaman 1940’ların başından itibaren Lâtin alfabesini müsaade etmişti, talebelerine… Nur Risalelerinin polis, jadarma ve istihbarat yardımlarıyla mahkemeden mahkemeye sürülerek 2000 küsur defa muhakeme edilmesinin asıl sebebi, onun Kur’ân’ı müdafaası ve tahribatçılarının yaptıklarını tamir etmesiydi. Çocuktan gence, hastadan yaşlıya, kadından insanlığın bütün sınıflarına Allah ve ahiret inancını ders vererek kaosu, sefaheti, anarşi ve ihâneti netice veren zındıklıkla mücadele ederken evvelâ Türk milletini ve sonra insanlığı kurtarmaya çalışıyordu. En güzel Türkçe ile konuşuyordu. Daha önceleri hiç işitilmemiş kadar tatlı, selis, muhkem ve zengin bir Türkçe ile… Zindandan yükselen bu sese Türkiye’nin bütün tabakaları kulak verince, Risale-i Nur tam 600 bin defa el yazısıyla yazılacaktı. Dünyada hiçbir dile nasip olmayan muhteşem bir zaferdi bu…

TAHRİBATÇILAR EVVELÂ DİL KAPISINDAN GİRİYORLAR…

Kemalistlerin Osmanlı düşmanlığının arkasında da Kur’ân düşmanlığı yatar. Meselenin saltanat ve hanedanlar boyutunu da unutmamak gerekir. Devlet-i Âliye’nin kendisini Kur’ân’a feda etmiş olması, onu Kemalistler nezdinde çok suçlu duruma düşürüyor du. Osmanlı’ya karşı yapılan iftiralı çirkin kampanya evvelâ dilin ördüğü kültürü vurmuştu. Nesiller arasındaki köprüleri havaya uçurmanın yolu da Osmanlıcayı genç nesillere kötülemekti… Yani esas Türkçe’yi… Babadaki inanç, estetik, tarih ve kültür dil üzerinden evlâdına geçecekti. Bu köprünün geçilmez hâle getirilmesi için Güneş dil teorileri, uydurukça kelimeler ve bize ait olmayan klâsikler devreye sokuldu. Kur’ân ve Sünneti yüklenmiş kelimelerin sözlüklerden silinmesi, İslâmiyetin güzel hayat ve ahlâkını tedâî ettirecek tabirlerin kitaplardan çıkarılması; tahribatçı cereyanın yüklendiği Kur’ân ve Sünnet düşmanlığının bir neticesi idi.

Türk diline düşman olanlar kitaba da düşman olacaklardı. Kemalistlerin kitap düşmanlıklarının Çingiz ve Hülagu’nun kitap düşmanlıklarından geri kalmadığını yakın tarih araştırmacıları ortaya koyuyor. İslâmın altın çağları olan ilk beş asrın mahsulü mübarek eserleri Dicle’ye dökenlere karşın, Kemalizm de II. Avrupa’nın desteğiyle tam bin senelik birikimimizden bizi mahrum bıraktı. Dedesinin Çanakkale’den oğluna yazdığı mektubu okuyup anlayamayan torunu, torunlarının içine yuvarlandıkları boşluğa baktıkça gözyaşı döküyor bugün… Kur’ân’ın zamanımızdaki dili olan Türkçe’ye yapılan bu çirkin ve dehşetli suikastın genç nesillerce anlaşılması için, Kemalizm yeni yeni oyunlarla bir milleti toptan oyalıyor… Bakalım ne olacak?

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. islam itikadının dili türkçedir.dilimiz dinimizdir ALLAH milletimize yeniden türkçeyi öğreen konuşabilen ve yazabilenlerden eylesin.Zihnimiz dilimiz ifsad edilerek hercümerc edildi.Bediüzzamnın diilimiz ve yazımız üzerine neden bu kadar şiddetle titrediğini şimdi ancak anlamaya başladık.İstiklal marşı derneğinde kümelenen arkadaşlarda anladı Allah cümlesinden razı olsun.Şükrübey kardaşım Allahın selamı üzerinize olsun.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*