Türkiye’nin değişen dil siyaseti

Image
Son zamanlarda halkımız basında resmî dil, ikinci dil, anadili, anadili eğitimi, yabancı dil gibi kavramlarla sık sık karşılaşır oldu. Gazete köşelerinde, televizyon programlarında ve başka ortamlarda pek çok kişi, uzman olsun olmasın, görüş belirtmektedir. Objektif, bilimsel ve insaflı açıklamaların yanında sübjektif, ideolojik, saldırgan ve insaftan uzak açıklamalar da yapılmaktadır.

Bunların yanına siyasî parti temsilcilerinin beyanları da eklenince insanımızın kafası karışmaktadır. Konunun ciddiyet ve itinayla ele alınmasının önemi gittikçe artmaktadır.

Bu kavramların ne olduğunu anlamak, ilgili temel insânî ve evrensel değerleri ve dinimizin âmir hükümlerini bilmek, devletimizin eskiden beri dil konusundaki politikasını bilmek bu konularda sağlam bir değerlendirme yapmak için yararlı olacaktır.

Anadili “insanın içinde doğup büyüdüğü aile ya da toplum çevresinde ilk öğrendiği dildir.” 1 Buna literatürde ‘ilk dil’ de denir. Genel kabule göre bir çocuk 6-7 yaşına kadar anadilini ana hatlarıyla öğrenir. Anadili iyi öğrenmek, konuşmak ve kullanmak kişinin eğitim, kültür ve bilinç seviyesinin bir göstergesidir. Aile ve çevrede iki dil konuşuluyorsa çocuk iki dili de anadili düzeyinde edinebilir. Böyle kişiler iki dilli insanlardır. Resmî dil ise “Bir ülkede kanunla kabul edilen ve resmî yazışmalarda kullanılan dildir.” 2 Birçok ülkede resmî dil aynı zamanda anadili iken diğer bazılarında resmî dil dışında anadili veya anadilleri bulunabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dili Türkçedir, ama kamuoyunun da yakından bildiği gibi nüfusumuzun çoğunluğunun anadili Türkçe olmakla birlikte anadili Kürtçe, Arapça, Zazaca, Gürcüce, Boşnakça vs. olan insanlarımız da vardır. İkinci dil “anadili veya ilk dilden sonra öğrenilen ikinci dildir.” Türkiye’de doğmuş, anadili Kürtçe olan bir çocuğun çevrede ya da okulda öğrendiği Türkçe o çocuk için ikinci dili veya resmî dilidir. Bir Kürt ailede aynı anda hem Kürtçe hem de Türkçe konuşuluyorsa, o ailede yetişen çocuklar için Kürtçe ve Türkçe birden anadilleri olabileceği gibi, dillerin konuşulma düzeyine göre biri anadil diğeri ikinci dil sayılabilir.
Bu tanımlar ışığında anadili eğitimi Türkiye’de hem Türkçe’nin, hem de Kürtçe’nin okulda ya da bir başka kurumda çocuklarımıza öğretilmesi anlamına gelir. Yabancı dil ise “ana dilin dışında olan ve akademik, toplumsal ve meslekle ilgili gelişmelere katkıda bulunmak amacıyla öğrenilen dillerden her biridir.” 3 İngilizce, Almanca ve Fransızca, Türkiye’de yaşayan insanlar için yabancı dildir. Ama Türkçe, bir Kürt için yabancı dil sayılmaz, çünkü çevresinde, basında, resmî daireler, okul gibi yerlerde konuşulmaktadır.

Bu açıklamalardan sonra Türkiye’de dil politikasının nasıl bir seyir takip ettiğine bakalım:
Osmanlı Devletinin yarım yüzyıl gibi kısa bir zamanda geçirdiği dağılma süreci, bağlı kavim ve toplulukların bağımsızlık hareketleri, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’da yaşanan acı savaş tecrübeleri ve buralardan Anadolu’ya doğru yaşanan büyük göç dalgalarına yol açan felâketler Türk milletinin hafızasında derin izler bırakmıştır. İdareyi elinde bulunduran Türk milleti Osmanlı’nın yıkılmasından ve Cumhuriyet idaresinin kurulmasından sonra korunma saikıyla âdeta içine kapanmıştır. Devlet ve milletin bölünmesine karşı o zamanki idarecilerde oluşan aşırı algılama hassasiyeti ve Batılı anlamda bir milliyetçilik anlayışı, azınlıklar dışındaki farklı etnik toplulukların her türlü siyasî, kültürel ve dinî taleplerine olumsuz bakılmasında ve öncelikli olarak homojen bir ulus meydana getirecek politikaların izlenmesinde etkili olmuştur.
Fakat üç çeyrek yüzyılı geçen zaman zarfında ne başta hedeflenen homojen ulus oluşturulabilmiş, ne de toplumun farklı kesimlerini birleştirecek ve bütünleştirecek yeni bir dinamik ortaya konabilmiştir. Toplumsal hayatın boşluk kabul etmemesi ve oluşan boşluğu doldurma ihtiyacı, Türkiye’yi bir arayışa sürüklemiştir. Günümüz Türkiye’sinde yaşanan tartışmalar bunun ifadesidir.

Osmanlı döneminde devlet reayanın dillerine büyük hoşgörü ile yaklaşmıştır. Resmî yazışmalarda ve Enderun mekteplerinde ve Tanzimat’tan sonra kurulan modern okullarda eğitim dili olarak Türkçe kullanılırken, medreselerde Arapça eğitime de devam edilmiştir. Şark vilayetlerindeki medreselerde eğitim dillerine herhangi bir sınırlama getirilmemiş, Arapça ve Türkçe’nin yanında Kürtçe de eğitim dili olarak kullanılagelmiştir. Bu bölgelerde Kürtçe resmî dairelerde, çarşıda, pazarda, camide, tekkede, vb. yerlerde her türlü iletişimde serbestçe ve tabiî olarak konuşulmuş; bu dilde dinî ve edebî eserler verilmiş, gramer kitapları hazırlanıp basılmıştır. İttihad ve Terakki iktidarının dil politikası, devletin ilkokullarında öğretimin Türkçe’den başka, bölgede konuşulan dil ile yapılması ve ortaöğretimde Türkçe’nin zorunlu, bölge dilinin ise seçmeli olarak öğretilmesi şeklinde olmuştur. 4 Ancak Cumhuriyetin kurulmasından itibaren yakın zamana kadar katı bir dil, daha doğrusu “tek dil” politikası izlenmiştir. Meselâ 1928‘den itibaren uzunca bir süre ve 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra “Vatandaş, Türkçe Konuş!” kampanyaları yürütülmüştür. 5 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra Doğu ve Güneydoğudaki camilerde mahallî dillerde halka dinî vaaz verilmesi Diyanetin bir genelgesiyle yasaklanmış, devlet dairelerine “Türkçe’den başka dil konuşmak yasaktır” yazıları asılmıştır. Bu uygulamalarda görüldüğü gibi resmî dil politikasının çizdiği çerçevede kamusal alanda mahallî dillerin ve özellikle Kürtçe’nin varlığı kabul edilmemiş, yazılı ve sözlü yayın yapılması yasaklanmış, eğitimi ve öğretimi engellenmiş ve konuşulmaması için gereken tedbirler alınmıştır. Ancak Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinin hızlanmasıyla birlikte demokratikleşme sayesinde Türkiye dil politikasını değiştirme yönünde önemli adımlar atmıştır. Daha önce varlıkları bile kabul edilmeyen Kürtçe ve Zazaca gibi mahallî dillerin varlığı tanınmış; bu dillerde önce yazılı, sonra sözlü ve görüntülü yayın yapılabilmesi ve bu dillerin öğretilebileceği kursların açılması için kanunen izin verilmiştir. Hatta bir devlet kuruluşu olan TRT, 24 saat kesintisiz yayın yapan bir televizyon kanalını hizmete açmakla önemli bir gelişmeye imza atmıştır. Günümüzde ise resmî dil olan Türkçe’nin dışında ve yanında bir anadilde eğitim konusu kamuoyunun gündeminde hararetle tartışılmaktadır.

Gerçek bir demokrasiye geçiş sürecindeki iyileştirme çabaları, ülkemizin bir asırdır karşı karşıya kaldığı etnik, inanç, mezhep ve kültür sorunlarını daha iyi anlamak, çözüm çareleri aramak ve uygulamak için kaçırılmayacak altın fırsatlar oluşturmuştur. Bu fırsatları çok iyi değerlendirmek gerekir.
Türkiye’de yaşayan Kürtler, eğer şu anki Türkiye Cumhuriyeti anayasasında tanımlanmış olan “Türk Milletinin”6 aslî üyeleri iseler, o zaman Kürtlerin konuştuğu dili, Türk milletinin varlığının bir parçası olarak kabul etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla Kürtçe’nin korunması, geliştirilmesi ve yeni kuşaklara öğretilmesi millî bütünleşme için bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Resmî dil olan Türkçe’nin yanında “bir anadilin ya da anadillerin öğretiminin bölgesel ya da ulusal düzeyde zorunlu ya da seçmeli ders olarak okullarda müfredata konması meselesinin” Kürt siyasî hareketinin talep ve değerlendirmelerinden mutlaka bağımsız olarak ele alınması gerekir. Kürt siyasî hareketinin talepleri olarak algılanan sorunlara çözüm arayışı genelde toplumun geri kalan farklı kesimlerinin farklı sebeplerle genel bir direnç göstermesi dolayısıyla sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir ve başarısızlıkla sonuçlanabilir. Bu ideolojik ve siyasî inatlaşma, ülkenin acilen çözülmesi gereken sorunlarını sürüncemede bırakır ve içinden çıkılmaz bir hâle getirir.
Bu inatlaşma durumuna yol açan en önemli sebep ise, anadil eğitimi ile ilgili talepleri dile getiren siyasî ve etnik hareketin şimdi “demokratik özerklik” istese de bir zamanlar tam bağımsızlık peşinde koşması ve millet algısını etnik kimlikle sınırlı tutması gerçeklerinin Türkiye kamuoyunda ülkenin bölüneceği korkusunu sürekli beslemesidir.
Dolayısıyla olaylara yaklaşımını etnik politikaya dayandıran bir siyasî hareket, değişiminde samimî de olsa, hâlen devam eden güvensizlik, dil ve kültürle ilgili iyileştirme çabalarını olumsuz olarak etkilemeye devam edecektir. Bu sebeple anadilleri yaşatma, geliştirme ve anadilde eğitimi, ayrılıkçı ve bölücü siyasî hareketin taleplerinden ayrı olarak ele almakta ve değerlendirmekte yarar vardır. Süreç iyi idare edilirse, bu alanda atılacak adımlar toplumu bütünleşmeye götürecektir ve bölücü siyasî hareketin en önemli kozunu elinden alacaktır.

Mahallî dil ve kültürlerle ilgili iyileştirme adımlarının toplumun bütünlüğüne çok önemli katkıda bulunacağı sonucuna nereden varıldığı sorusuna şöyle cevap verilebilir: Dil planlama uzmanları bir ülkedeki dil farklılıklarının tek başına millî birliği tehdit edecek bir sonuca götüremeyeceğini ifade eder.7 Ancak o ülkede eşit olmayan sosyal statüler ile ekonomik varlıklara ve gelir kaynaklarına eşit olmayan bir erişim, dil ve inanç farklılıklarını politik olarak istismar etmeye kapı açar. Sosyal statülerden, zenginlik kaynaklarından ve politik güçten mahrum kalan etnik elitler, azınlık veya etnik topluluk dillerini protestonun sembolü olarak kullanmaya kalkışırlar. Bu kesimler dil farklılığını siyasî istismar konusu yaparlar ve ötekileştirme, ayrımcılık ve önyargının ifadesinde duygusal araç haline getirirler. Türkiye’nin mevcut durumuna bakıldığında yaşananların büyük benzerlik gösterdiği söylenebilir. “Demokratik Özerklik Projesi” ülkenin belli bölgelerinde siyasî güç elde etmek, bölgenin yer altı ve yer üstü ekonomik varlıklarının ve zenginliklerinin yönetiminde söz sahibi olmak gibi hedeflerin yanında mahallî diller ve kültürler ile ilgili talepleri de içermektedir. Sonuçta diller ile ilgili haklar, diğer amaçlara ulaşmak için birileri tarafından kullanılsın ya da kullanılmasın, insanî ve temel haklardır ve talepte bulunan siyasî gruplardan bağımsız olarak ele alınması ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Etnik grupların ve elitlerin ve onların temsil ettiği siyasî akımların dil ve kültür farklılığını politik sembol olarak istismarını önlemenin çareleri mevcuttur ve bu merhaleden geçen pek çok ülke bu çarelere başvurmuştur. Bu çareler, devlete ait karar ve yönetim organlarının söz konusu insanları ekonomik ve eğitim yönünden geliştirmek ve demokratik hakları daha özgürce kullanmalarını sağlamak sûretiyle onları daha geniş olan millet kimliğine bağlaması ve ülkenin kopmaz bir parçası hâline getirmesidir. Böylece dil ve kültür farklılığı, ülkenin genel sosyal ve kültürel yapısına uyum içinde katkı sağlayacaktır. 8

Türkiye’nin birlik, barış ve huzur içinde gelişmesini, ekonomik ve sosyal yönden refaha ermesini isteyen bütün kesimlerin siyasî ve ideolojik önyargılardan kurtulması gerekir. Anayasada Türk milletinin unsurları sayılan toplulukların kültürel ve anadille ilgili haklarını insanca ve demokratik ülke vatandaşlarına yakışır tarzda yaşamaları için gereken hukukî düzenlemelerin gerçekleştirilmesine taraftar olmak gerekir. Bu düzenlemeler sadece Kürtlerin değil, aynı zamanda diğer toplulukların da dil ve kültürlerini kapsamalıdır.
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi toplulukların insanlık medeniyetinin ortak tecrübeleri olarak belirlediği temel dokümanlarda bu haklar açıkça dile getirilmekte; uygulanmaları maksadıyla gereken tedbirlerin alınması topluluk üyesi ülkelere bir görev olarak yüklenmektedir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2. Maddesi herkesin ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, siyasî kanaati, ulusal ya da toplumsal kökeni ne olursa olsun bir ayrım gözetilmeksizin, bütün hak ve özgürlüklere sahip olduğunu söylemektedir.

26. Maddesi ise herkesin eğitim hakkına sahip olduğunu ve verilecek eğitimin, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olması gerektiğini ve bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmesi gerektiğini ifade etmektedir.

1 Şubat 1995 tarihinde Strasbourg’da kabul edilen Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi Avrupa Konseyine üye ülkelerde yaşayan ulusal azınlıklara verilmesi gereken hakları detaylı olarak sıralamaktadır. Üye ülkeler, dillerle ilgili olarak azınlıkların:

a. Etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı gösterilmesi,
b. Kimliklerini ifade etmelerine, saklı tutmalarına ve geliştirmelerine uygun şartların hazırlanması,
c. Etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel kimlikleri nedeniyle ayrımcılık, düşmanlık ya da yıldırma eylemlerine karşı korunması,
d. Kendi dillerini öğrenmesi,
e. Kendi dillerini, özel ve kamusal alanlarda, sözlü ve yazılı olarak serbestçe ve müdahale edilmeksizin kullanması,
f. Azınlık dilindeki adın ve soyadın kullanılma hakkının resmî olarak tanınması,
g. Tabelâ, yazı ve kamuya açık özel nitelikli diğer açıklamalarda azınlık dilinin kullanılma hakkına sahip olması,
h. Ve çoğunluğun kültür, tarih, dil ve din bilgisini geliştirmek için eğitim ve araştırma yapılması,
i. Mensubu kişilerin geleneksel olarak ya da önemli sayıda yaşadıkları bölgelerde, yeterli talep varsa, mümkün olduğu ölçüde ve mevcut eğitim düzenleri çerçevesinde, bu azınlıklara mensup kişilere azınlık dilinin öğretilmesi ya da bu dilde eğitim görmeleri için yeterli fırsatlara sahip olmasının sağlanması için, (resmî dilin öğrenilmesi ya da bu dilde eğitim yapılması saklı tutularak) uygun tedbirlerin alınmasını taahhüt ederler.
7-8 Aralık 2000 tarihinde “Nice Zirvesi”nde onaylanan Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nin 22. Maddesi ise Birliğin “kültürel, dinî ve dilsel çeşitliliğe saygı göstereceğini” ifade etmektedir. Nitekim AB üyeleri arasında en sıkı tek dil politikasına sahip Fransa bile, bu bildirgede mahallî ve azınlık dilleri ilgili hakların ifadesinden sonra ülkede konuşulan diğer dillerin öğretilmesi ve geliştirilmesi için gereken idarî ve hukukî kararları almış ve uygulamaya koymuştur.
Bu temel insânî belgelerde açıkça ifade edildiği gibi, bir ülkede farklı dillerin ve kültürlerin korunması, geliştirilmesi, öğretilmesi gibi hakların tanınması ve uygulanması farklı topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğun yerleşmesi için bir gereklilik olarak görülmektedir. Her ne kadar bazı metinlerde bu haklar, “azınlık hakları” adı altında geçse de azınlıklara tanınan hakları, bir ülkenin aslî unsurlarından esirgemek her halde azınlık haklarını esirgemekten daha vahim bir durumdur.

Farklı dillerle alâkalı hakların teslimini Kutsal Kitabımızın bazı ifadelerine dayandırmak yanlış olmayacaktır. Kur’ân’ın deyimiyle “dillerin ve renklerin değişik olması” tıpkı “göklerin ve yerin yaratılışı” kadar önemli “İlâhî delillerdir” ve “şüphesiz bunda bilenler için alınacak dersler vardır” (Rum Sûresi, 22) Yine bir başka âyette Allah, “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık” (Hucurat Sûresi, 13) demektedir. Bu İlâhî rehberliğin ışığında birer İlâhî bağış ve hediye olan farklı dilleri korumanın gerekliliği ve ayrı etnik topluluklara ait olmanın bölünmeye değil “İslâm kardeşliğine” yol açması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Vedâ haccında, Arafat Vâdisi’nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitab etti: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in (as) çocuklarısınız, Âdem (as) ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.” 9
Bu yüce hitaptan anlaşılacağı gibi bir insanı diğerlerinden üstün kılanın kendi iradesi, azmi ve çalışması ile elde edebileceği ve geliştirebileceği ilim, ahlâk, fazilet gibi vasıflar ile doğuştan had konmamış yetenek, istidat ve becerilerini istikamet ve İlâhî rıza dairesinde kullanmak ve geliştirmek gibi özellikler olabilir. Bu vasıf ve özellikler de en geniş mânâsıyla “takva” ile ifade edilmektedir. Öbür yandan doğuştan sahip olduğumuz ırk, renk gibi genetik özellikler ve içine doğduğumuz çevrenin sahip olduğu dil, kavim mensubiyeti gibi özellikler kişileri birbirine karşı üstün kılmaz. Belki bu özellikler, dünya hayatında fertler ve topluluklar arasında ilişkilerin düzenlenmesi ve ihtiyaçların kolaylıkla karşılanması içindir.

Üstad Bediüzzaman, “müsbet milliyetin” toplum hayatının dâhilî ihtiyaçlarından ileri geldiğini; yardımlaşma ve dayanışmaya sebep olduğunu; menfaatli bir kuvvet temin ettiğini ve uhuvvet-i İslâmiyeyi daha da güçlendiren bir araç olduğunu ifade eder. 10 Tıpkı müsbet milliyet gibi farklı dillerin varlığının da uygun olarak kullanılması halinde ülkenin birlik ve beraberliğine ve İslâm kardeşliğine basamak olacağını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Öyle ise mahallî dillerimizi korumanın yolu olan serbestçe konuşma, öğrenme ve öğretmenin önünü tıkayan her ne engel varsa, uygun ve etkili tedbirlerle kaldırmak gerekir. Farklı etnik ve kültürel değer ve zenginliklerin, insânî ve İslâmî değerler çerçevesinde ve bu vatanda gerçek kardeşliği pekiştirecek tarzda yaşatılması ve geliştirilmesi için önyargıların terk edilmesi ve gereken sosyal, siyasî, ekonomik ve hukukî düzenlemelerin akl-ı selîmle ve hoşgörüyle tartışılarak belirlenmesi ve uygulanması gereklidir.

Farklılık ve çeşitliliğe rağmen birlikte uyum içinde, güncel deyimle “kesrette vahdet” içinde yaşamak, ülkemiz insanlarının birlik içinde yaşama azmini daha da güçlendirecektir. Türkiye’de yaşayan herkesin “birinci sınıf vatandaş olması”, kendisi olmaktan çekinmemesi, göğsünü gererek dolaşması, insanca bir refah ve mutluluk düzeyine ulaşması ve farklı anadilleri olup da Türkiye’nin temel kültürüne ve millet kimliğine mensup insanların birbirine “yabani” olarak değil de “dostça” ve “kardeşçe” bakması ülkemizin birlik ve bütünlüğünün teminatı olacaktır. Farklılıkları zenginlik olarak gören, bütün vatandaşlarına âdil davranan, ekonomik ve demokratik gelişimini sağlayan bir Türkiye, bölgemizde ve dünyada bir cazibe merkezi hâline gelecektir.

Dipnotlar:

1- Vardar, B., ve diğerleri. Başlıca Dilbilim Terimleri, İstanbul Üniversitesi yayınları, İstanbul, (1978).
2- Türkçe Sözlük ,TDK Yayınları, Ankara, 2005.
3- Büyük Türkçe Sözlük, TDK Web Sitesi, http://tdkterim.gov.tr/bts/ Erişim Tarihi, 09.01.2011.
4- İleri İlay “Batı Gözüyle Meşrûtiyet Döneminde Osmanlı Hükümetlerinin Dil ve Eğitim Politikalarına Karşı Tepkiler” OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı: 18, 2005.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/126.pdf  erişim Tarihi: 07 Ocak 2011.
5- Bali Rıfat N., “Vatandaş Türkçe Konuş!” http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/turkce-konusma-birgun.pdf
6- “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” İnan Afet, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları. 1969. S.18. “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” T. C. Anayasası, Md. 66.
7- JACOB, James A. & Beer, William R., “Introduction” in Language Policy and National Unity, Rowman & Allanheld Publishers, 1985.
8- Yalçın, Nafi. (2002) “The Turkish Language Reform: A Unique Case Of Language Planning In The World”. Kara Harp Okulu Bilim Dergisi. Cilt:12, Sayı: 3, s: 105-121.
9- http://www.diyanet.gov.tr/turkish/hutbe/vedahutbesi.asp
10- Nursî, Said. Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 542, 2007.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*