Üç aylarımız ve Advent mumları

Bana mı öyle geldi? Bu seneki üç aylar biraz garipçe teşrif ettiler. Biz mi onların gelişlerine hazırlanamamıştık veya umûmî manzara mı onları bu sene garipleştirdi, bilemiyorum.

Gençliğimizde yaz mevsimlerinde yaşadığımız üç aylarla şu günlerde yaşamaya çalıştığımız üç ayların farkını sorsanız, doğru-düzgün bir cevap verecek durumda değilim. Yalnız, yaz mevsimleriyle cemiyetin en dış kabuğuna kadar yansıyan sefahatin toplumu dejeneresine karşı “üç ayları” mânevî bir sığınak olarak düşünmüştüm.

Avrupa’daki Hıristiyanlar için mukaddes haftalar hep yılın aynı mevsimine denk gelir. Sonbaharın sararan yapraklarıyla başlayan “mukaddes yürüyüş” kışın bembeyaz sahifesindeki Noel’de son bulur. Noel onları bizdeki bayramlar gibi, bağda, dağda, seferde ve işte yakalamaz. Otuz altı tane Noel’i karşılamış bir Hıristiyan, belki de otuz altı tane çamını aynı köşedeki satıcıdan almıştır. Ne kadar kolay bir takvim değil mi? Bu kolaylığa içerlenen bir Bektaşî arkadaş, bizdeki orucun da senenin en kısa günlerine göre bir takvimde sabitleştirilmesini istemiştir.

Fıtratın tâ kendisi olan İslâm, tüm zaman, mekân ve mevsimleri nurlandırma ve şenlendirmeyi esas aldığından, mübarek aylarımız bazan bizi kışta, sobamızın başında kucakladığı gibi, bazan da hasat mevsiminde harmanın ortasında sarmıştır. Bayramlıklarımızı köyde, kasabada giydiğimiz gibi, yaylalarımızı da “bayramlarla” şenlendirmişizdir. Bazan sekiz saat, bazan da yirmi bir saat Ramazan-ı Şerif’le bir olmuşuz. Rabbimizin bu mevsimdeki terbiyesiyle, her an huzuruna hazır bir şekilde bizi yetiştirdiğine inanmışız. Zirâ dünyayı bazan bir han, bir bekleme salonu olarak görmüşüz, bazan da dünyaya üzerinde çalışılacak geçici bir tarla olarak bakmışız. Hayatımıza, âhiretin asıl saadet yurdu ve hasadın toplandığı harman yeri olduğu düşüncesi, ruh ve sürûr vermiştir.

Bir asırdır Avrupalılaşmaya çalıştık. Bu yolda geçmişimizi ve geleneğimizi kaybettik. Avrupalının “ADVENT” günleriyle burun buruna gelince “üç aylarımız”ı hatırladık. Her yanan ve sönen mum, içimizde tahlili güç duyguların cereyanını yaşattı. Bazan Bektaşî gibi, kafamıza uygun ibadet zamanları tahsis etmediğimize hayıflandık, bazan da, elindeki pusulası, yol haritası ve mânevî projeleri çalınmış “kökten cüda” topluluklar manzarası arz ettik. Avrupa’nın, inancına hücum eden ejderhalara karşı şövalyece çıktığı şu günlerde, bizdeki dindarların; sahillerde, koylarda, “âhiret” endişesinden azadelere bakarak “üç aylara” girişini henüz bir yere koyamadım.

Birkaç senedir “üç ayların” gelişi beni sevinç ve endişe arasındaki zıt iklimlerde gezdiriyor. Sevincin sebebini hepiniz biliyorsunuz. Bu mevsimi İslâmın en önemli bir şeâiri ve hatta gümbür gümbür Peygamber (asm) pratiğini kendisinden geçmek üzere olan topluma gösterecek bir imkân bildiğimden seviniyorum ve sevincim bazan tatlı heyecan, helecanlara ulaşıyor. Ümidin balâsında iken yeis kasırgası sallıyor beni… İstanbul’u sevenler Haliç’in pis kokuları salan eski zamanlarını iyi hatırlarlar. İstanbul’un büyük cadde, meydan ve rıhtımlarındaki manzaralar ve buralarda “Haliç bataklığında yüzmeye çalışanlar” olarak zaman zaman gözümüze ilişen gençlerin hali yukardaki sevincimi bıçak gibi kesiyor…

İşte üç ayları ferece giden yolun başı veya ufûnetli ve zifiri karanlık dehlizlerin sonunda görünen “aydınlık” olarak görürken, Müslümanların bu mübarek zamandan istifade etmeyip havayı umumîleştirmeye çalışmamaları sizin de garibinize gitmiyor mu?

Allah ömür verirse, gelecek sene üç aylar Ağustos’un ortasına düşecek… İnsanî olmayan bir tatil anlayışının kurbanı olarak sağa-sola dağılmış dindarlarımız—böyle giderse—belki de Regaib Kandilini bulundukları ücra köşede duyamayacaklar. Müslümanların reyleriyle belediye başkanı olmuş ve “gölge devletten” tiril tiril korkanlar, camilerin bulunduğu meydanlarda “konserler” düzenleyecekler. Aleve koşan binlerce sinek gibi gençlemizin mânevî havaları, sefihlerin konserlerinde yanıp kül olacak.

Cemiyetin vitrinindeki birkaç dindar siyasetçi, bürokrat ve light ve large! olmuş bir iki TV ve gazete ile belki de dindarlarmız tesellî bulacaklar. Üç ayların verdiği kuvvetle Haliç’ten beter olmuş cemiyetin mânevî havasını temizlemeye koşamayınca ve sair gecelerin arasında Regaip’ler garip kalınca yine üzüleceğiz. Sevinçlerimiz yine kursaklarımızda kalacak. Müslümanların zekât ve sadaka paralarının üzerine oturan “dinî cemaat önderleri” bu mevsimi yeni malî miladın başlangıcı olarak görecekler, fakat mevsimin gereğini yapmaktan—korkularından ötürü—kaçınacaklar.

Çok mu siyah bakıyorum. Çöle inen ABD askerleri beraberinde “ADVENT” mumlarını da getirmişlerdi. Koğuş çadırlarının ortasına “AYİN” çadırlarını da kurmuşlardı. Himalaya’ya tırmanan Hıristiyan dağcılar da on binlerce kilometre uzaklara mukaddes zamanlarını beraberinde taşımışlardı. Ya biz!… 550 yıldan—Üsküdar’da bin seneden—beri Ezân ve Kur’ân’larla yıkanan şu meydanları Üç aylarda sefih ve sarhoşların kusmuğuyla kirletmek belde idarecilerine yakışıyor mu? Çağdaş ve modern geçinmeyi sefahette arayanları, Noel’e altı hafta kala Köln’e, Londra ve Berlin’e dâvet ediyorum. Sahillere dökülmüş ve yayla yollarına serpilmiş dindarlarımız “üç ayları” bulundukları yerde dalgalandırıyorlarsa helâl-hoş olsun… Doğu ile Batı arasında sıkışmış toplumumuzun yeni bir iman ve hayat haritasına olan ihtiyacını gördükçe, galiba “ADVENT”leri hatırlamaya devam edeceğiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*