Üç film tahlili

Oscar’a aday filmleri izledim.

Üç aday film de tipik Amerikan kapital sistemini net bir şekilde özetliyor.

Meselâ American Hustle…

Yani dilimizin karşılığında “Düzenbaz” filmine bir bakalım:

-1970’lerde geçen bir dolandırıcılık öyküsü, göklere çıkarılıyor. Çok matahmış gibi izleyiciye yansıtılıyor. İşin içine bir de devleti temsil eden bir ajanın(FBI) işe karışmasıyla birlikte, daha da karmaşık hale geliyor. Devleti temsil eden bir ajan dolandırıcılık yapan birisine kendileri gibi usta bir şekilde dolandırıcılık yapan kimi insanları teşhir etmesini ister. Dolandırıcılık tezgâhına bir de masum bir “Arap Şeyhi”ni de katarak neyin mesajını vermeye çalıştıklarını anlamak zor olmasa gerek. Profesyonel oyuncu kadrosunu “paçoz” bir konuya kurban eden bu film, izleyiciye hiçbir şey vermiyor desek yerinde olur.


Bir diğer aday film: The Wolf of Wall Street. Yani ülkemizde “Para Avcısı” diye gösterilen filmde:

-Para kazanma arzusuyla yanıp tutuşan bir gencin, Wall Street borsasında komisyoncu ve yatırımcı firmasından başlayarak nasıl zengin olduğunu, daha doğrusu kapitalizmi nasıl bir sömürü sistemi haline getirdiğini en bariz örnekleriyle sunuyor.

Bunu da Amerikan gerçeği veya “rüyası” diye yansıtıyorlar. Tipik “Amerikan şımarıklığı”na dair filmlerden bir tanesi daha… Bu filmi mafya filmleriyle tanınan Martin Scorsees’in çekmesi bir facia… Leonardo Di Caprio gibi bir oyuncuyu bu filmde bu role sokmak ayrı bir facia. Çünkü rolüne hiç yakışmamış. Başka bir oyuncu belki çok daha ustalıklı bir iş çıkarabilirdi. Ama romantik filmlerle öne çıkmış bir karakterin sahtekâr ve dolandırıcı bir kimlikle beyazperdeye yansıtılması ters kaçmış.

Gelelim yine Oscar heykelciliğine talip olan bir filme daha.

“12 Yıl Sonra.”

Belki de “ırkçılığı” ve “şiddeti” aynı yerde buluşturduğu için eleştirmenlerce de olumlu puan alan filmlerden biri.

Zira aslında bu film de Amerikan tarihine “gerçekçi” bir bakış atmaktan geri durmuyor.

Bir anlamda yüzleştiriyor. Tıpkı, bir zamanlar televizyondan takip ettiğimiz “Kökler” dizisi gibi.

Evet bir insanın “köle” olarak kullanılması, hayat şartları ne olursa olsun “özgürlüğünün” elinden alınması asla kabul edilebilir bir durum değildir. Batı dünyası bunu yıllar sonra fark etti.

Özgür bir zenci ailesine mensup müzisyen ne hikmetse köle tüccarların eline düşüyor. 12 yıllık esaret işte burada başlıyor. Washington’da başlayan macera, Güney’de bir çiftlikte devam ediyor. Kölelerle beraber çalışmak için satarken, ismini de değiştirirler. Eziyet, işkence ve katliâm bütün kölelerin psikolojilerini baskı altına alırken, aslında bu günün dünyasına da ışık tutuyor sanki.

Yani, değişmeyen tek şeyin, zulüm olduğu gerçeğini bir kez daha görebiliyoruz bu filmde. Elbette bunca gerçekçiliğin yanı sıra filmde “mesaj” da verilmeliydi. Nitekim, bunu da en popüler aktörüne yani Brad Pitt’e küçük bir rol vererek mesajı tam yerinde vermiş. Kanadalı bir çiftçiyi canlandıran aktör, zencilerle birlikte kulübe yapımında çiftliğin sahibine şöyle sesleniyor:

“Herkes kanunlar önünde eşittir, ister zenci, ister beyaz olsun. Bir gün onların yerinde olsaydınız bu yaptıklarınızı asla yapmazdınız.”

Gerçekte böyle bir şey söylendi mi bilmiyoruz. Ancak, mensup olduğumuz dinimiz zaten asırlar önce bu problemi çözmüş gerçeğini de görmeden edemiyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*