Ümit insanı diriltir

“Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin..” (Zümer Sûresi, 53).

Ümidini kaybetmemek sağlıklı bir ferd ve toplum olmanın önde gelen şartı hükmünde. Ümitsizlik insanı, toplumları adeta içten çürüten zehirli bir hastalık.

Yazımız ümidin insan üzerindeki etkilerini anlatan bir bilim adamının yaşadığı olay üzerine. Çoğunuz okumuşsunuzdur belki, ama hatırlamakta fayda var.

İNANÇLI BİLİM ADAMI

Saint Johannes Üniversitesi’nde çalışan, Amerikan Cerrahlar Birliği üyesi Prof. Ernest, yaptığı çalışmalar sonunda güçlü Allah inancı kazanan bilim adamlarından biri. Bu inancını şu sözlerle açıklıyor: “Ben Allah’a hiç kuşku duymadan kesin olarak inanıyorum. Bu inancım uğraştığım bilim dalının beni doğruladığı ve kuvvetlendirdiği bir imandır…”

İnsan bedeninin muhteşem bir şekilde yaratılması karşısında büyük bir hayranlık duyan Prof. Ernest, meslekî tecrübesiyle müşahede ettiği olaylarda inancın, şevkin, ümidin insan bedeni üzerindeki etkilerini de tefekkür etmiş.

Batılı materyalist zihniyetin kadınlar üzerindeki etkilerini de göstermesi açısından yaşadığı ilginç bir olayı şu sözlerle açıklıyor:

SEVGİ İYİLEŞTİRİR

Tıp tahsiline başladığım günden bu yana, insan bedenindeki maddî değişiklikleri incelemiştim. Uzuvlarda eskiyen, yahut ölen dokular yerine nasıl yeni dokular inşa edildiğini açıklayan temel prensipleri öğrenmiştim. Bu esnada dokuların bir çoğunu mikroskop altında inceledim.

Netice olarak gördüm ki, herhangi bir yaralanma ve ameliyat halinde vücudun çabucak iyileşmesi ve yarayı sarması için yarayı kendi haline bırakma yeterliydi. Tıbbın, maddî temizlik şartlarını sağlamaktan başka yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Fakat bu hârikulâde sür’atle meydana gelen gelişme ve iyileşme, ancak hastadaki mânevî güce, yani irâde ve ümide bağlıydı.

Bu hususta başımdan geçen çok ilginç bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Cerrah olarak çalışırken, günün birinde yetmişini aşkın bir nine geldi.

Nine: “Bel kemiklerim çok ağrıyor, kırılmış olabilir mi, yavrum?” dedi.

Bir süre nineyi kontrol altına aldım. Filmlerini çektim. Var olan rahatsızlığı alabildiğine sür’atli bir şekilde iyileşiyordu.

Koşa koşa yanına vardım ve ona müjdeyi verdim:

“Tıp tarihinde eşi görülmemiş bir sür’atle iyileşiyorsun, nineciğim”

Bunun üzerine yaşlı kadın çok heyecanlandı. Yatalak haldeki bu kadın, zamanla tekerlekli sandalyeye binerek hareket etmeye başladı. Daha sonraları da koltuk değneğiyle yürüyerek bizleri daha çok şaşırttı.

Mesâi arkadaşlarımla birlikte bu hârika iyileşme karşısında, hastanın taburcu edilebileceğine karar verdik. Maddî tedâvî ve tedbirlerden çok, hastanedeki rahatlık ve emniyet onu hayata bağlıyor ve yaşama sevinci veriyordu. Ümitle dopdolu oluşu, hastalığın iyileşmesine ve çok kısa zamanda şifâ bulmasına sebep olmuştu. Sür’atle hastalık ortadan kalkmış ve kırılan kemikler birbirine kaynamıştı.

Uzun zamandır hastanede bulunmasına rağmen hiçbir akrabası gelmemişti. Biz, telefon ederek kızını hastaneye dâvet ettik. Hem kendisine annesinin iyileştiğini müjdeleyecek ve hem de artık taburcu olabileceğini haber verecektik. Ertesi gün Pazardı. Kızı, annesini ziyarete gelmişti.

Ona, sevinç ve gururla: “Artık annenizi taburcu edebiliriz. Koltuk değneğiyle rahat bir şekilde yürüyor…” dedim.

Kız durgunlaştı ve annesine yaklaşarak ve şöyle dedi: “Kocamla aldığımız karar neticesinde, seni huzur evine yatıracağız, çünkü evde sana bakabilecek imkânımız yok!”

Yaşlı kadın neye uğradığını şaşırdı. Acı acı gülümsedi ve hiçbir şey söylemedi. Ziyaret saati bitince kızı da evine döndü.

***

Ziyaretçilerin dağılmasından henüz birkaç saat geçmişti ki, hemşireler, acele gelmemi söylediler. Telâşla ihtiyar kadıncağızın odasına girdiğimde, dehşete düştüm. O güleç ve taburcu olmak üzere olan kadın, büyük bir kriz geçiriyor, son ânlarını yaşıyordu.

Anladım ki, hasta belindeki kemiklerin kırılmasından değil de, kırılan kalbinin tesirinden yıkılmıştı.

Bütün tıbbî müdahalelerde bulunmamıza rağmen, elimizden bir şey gelmedi. Aldığı vitaminler, takviye edici ilâçlar onun kırılan kalbini bir türlü tedavi edememişti. Kadıncağız birkaç saat sonra ruhunu teslim etti.

HÜLASA

“Yeis, mâni-i herkemâldir” diyen Bediüzzaman Hazretleri onu İslâm âleminin içini kemiren kanser gibi bir hastalık olarak tanımlayıp ümitsizliğin etkilerini tarif ederken insan bedeni ve ruhu üzerindeki tahribatını da anlatıyor olmalı!

Ümidi her daim taze tutmalı! Bunun yolu da inancı tazelemekten geçiyor. Yani imanımızı inkişaf ettiren eserleri okuyup, tefekkür etmekten, ibadetten…

Yasemin Güleçyüz

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*