Üniversitelerde başörtüsü serbest, ama…

Üniversitelerde başörtüsü yasağının “hafiflemesi” bizleri sevindirdi. Bu konuda en katı olan üniversitelerde “başörtülü” bayanları görmemiz insanı rahatlatıyor.

Ancak bu olayı biraz daha iç âlemimde değerlendirince, sevinme konusunda acele etmemem gerektiğine karar verdim. Bu konunun zafer meselesi hâline getirilip, dindar insanların sevinç gösterileri yapmasının yanlış olduğuna kanaat getirdim.

 

Başörtüsü yasağının devam ettiği günlerde içimizi sızlatan olay, başörtülü şekilde okula gelenlerin “başını açma törenine” maruz bırakılmasıydı. Sanki, herhangi bir hastalık taşıyormuş gibi başörtülülere yapılan bu ayrım bizi üzerdi. Bu “cüzzamlı muâmelesi” insanı üzerdi ama hep aklıma takılan soru şu idi: “Bu uygulamaya maruz kalanlar, acaba bu durumun, bu ayrımın farkında değiller miydi?”

Elbette belki farkında idiler ve buna rağmen ‘kendilerince bir takım sebeplerle’ bu nâhoş duruma katlanmak zorunda hissediyorlardı kendilerini, kimbilir…

Ama kendi kendime şu soruları da sormadan edemiyordum o zamanlar:
Başörtüsü Allah’ın emridir ve ancak onun izni/emri ile serbest kalabilir. İnsanların kanunlarına (veya başörtüsü yasağını kanunsuz yasak kabul edersek kanunsuzluklarına) göre başını açmak ve kapatmak, insanların emirlerini ve uygulamalarını Allah’ın emirlerinden daha önde tutmak anlamına gelmez miydi acaba? Yani, hadi niyetler öyle olmasa bile, en azından fiilî durum, bunu ifade etmiyor muydu?
İşte bu yüzden sevinemedim ben bu kısmî serbestliğe…
İşte bu yüzden derin düşüncelere daldım…

Kimse alınmasın lüften ama hepimiz biliyoruz ki, başörtüsü yasağı da bir imtihandı… Belki de hepimizin imtihanı… Bir elemeydi… Turnusol kâğıdı idi… Âhirzamanın dehşetli fitnelerinden birinin mücessem hâle gelmiş bir tecellisi idi…

Film şeridini geriye sarıp bakıyorum da… Gerçekten hakikî iman edenler gibi davranabildik mi acaba? Allah’ın emirlerini her şeyden üstün tutabildik mi? Yoksa dünyevî insanlar gibi, çocuklarımızı “dershane, ÖSS, üniversite” üçgenine göre mi yetiştirdik?

Başörtüsü yasağı çıktıktan sonra bazı dindar ailelerin bu konuya yaklaşımı gayet üzücüdür maalesef. Kimi ailelerde bu durum normal görülmeye başladı… Birçok ailede üniversitede nasıl okunacağı değil, üniversiteye nasıl girileceğinin planları yapıldı…

Oysa Kâinatın Sahibi bir söz söyledi mi, bütün sözler geri planda kalmalı değil miydi?
Ne yazık ki, elmaslar değil, cam parçaları tercih edildi! Ve bunlara da çok güzel kılıflar bulundu…
Peki ya izzet-i İslâmiyemiz ne oldu? Ehl-i dinin bu hazin hâlleriyle, o da kırılmış olmadı mı? Yasakların devam ettiği yıllarda, Furkan Demir kardeşimizin bu konu ile ilgili güzel bir yazısı vardı: “Başındaki nuru bırakıp, kendisi içeri girdi…” Bu yazıya kıymettar bir büyüğümüzün başlık önerisi ise hâlâ aklımda ve unutamıyorum: “Bu başörtüsü bu başla çıkar…”
Evet, “Bu başörtüsü bu başla çıkar” diyebilmeli ve İzzet-i İslâmiye de kırılmamalı idi. Elbet bunu diyenler de oldu belki ve böylelikle en azından onların şahsında izzet-i İslâmiye de korunmuş oldu. Ama sayıları ne kadardı acaba?

Evet, dünyevî kazanımlarımız karşısında, mukaddesâtlarımızın çiğnenmesine izin verilmemeli idi… Vâ esefâ!
İşte bu yüzden, üniversiteye giren başörtülü bayanları görünce bir yandan sevinirken, bir yandan da içim burkulmuyor değil…

Bediüzzaman Hazretlerinin güzel bir sözü var: “Ben talebeyim, her şeyi şeriat mizanları ile değerlendiriyorum!” Keşke bu mizandan ayrılmasa idik…

Keşke dünyevî kazanımları elimizin tersi ile itebilseydik… Ve Hz. Ömer’in (ra), Kâinatın Efendisinin (asm) sırtındaki hasır yatağın izlerini görüp, dünyevî meliklerin şatafatını tahayyül ederek ağlaması üzerine, Peygamberimiz’den (asm) işittiği o cümleleri haykırabilseydik: “Bu dünya sizin olsun! Ahiret yeter bize!”

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*