Üstâdımız…

Image

Üstâdımız. Elime kalem düştü. İki kırmızı var yanı başımda. Kırmızı kitap, kırmızı çay. ’Çayımın şekeri’ oluyor nurlarla örülü zaman. Çayı karıştırıyorum; girift âlem çözülüyor. Ceffelkalem kan kırmızı kesiliyor.

Üstâdımız. ‘Beni dünyaya çağırma’ diyordunuz.. Dünyâmın zulümâtına nûr arıyordum o dem. ”Demâ gaflet hicâb oldu” dediniz.. İrkildim, hicâb etti rûhum. “Demâ gaflet zevâl buldu” dediniz, bin sükûtla sustum.

Üstâdımız. Elimde yaralar var. Dilimde, kavlimde, ilimde yaralar. K’alem elimde eğreti duruyor. Ne yapayım Üstâdım, âlemi çağırmaya tâkâtim yok ve lâlim. Yazmak bir acizin azığıdır, hele ki harften mahreçten yoksunsa.

Üstâdımız. Koca topraklara sığamayan serkeş adamlar size bir mezarlık toprağı dahi çok gördüler. Müteessiriz. Lâkin Mevlânâ Cami’nin bir sözü düşüyor hatrıma: “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz.” Aynı mesele hâsıl oluyor, Üstâdım. Sizi görmek için, göklere gönüllere bakıyorum. Subhanallah Üstadım, ne geniş menzildesiniz! Bir kabri bir mazlûma revâ görmeyenler gönüllere, milyon talebelerin gönüllerine de kazma kürek vurabilirler mi Üstâdım? Hakîkâtleri susturabilirler mi, hem cennetâsâ baharların evlâdları nûrdan nasıl mahrum edilebilir ki?

Sâhi Üstâdımız, rûhunuz, bedeniniz cennet bahçesinden bir menzildedir şimdi. Naîmde misiniz Üstâdım, Adn cennetinde mi yoksa Firdevste mi? Suâlimdir Üstâdım: Haberini mübtedâsını seçip nûr ile mi cevapladınız siz de men rabbuke’yi? Elem ile uğurlamış idiniz, yeğeniniz Abdurrahman’ı, Hâfız Ali’yi. Şimdi orada da elmaskalemlerle yazıyor mu talebeleriniz Üstâdım, hakikatleri?

Üstâdımız. Zindan. “Dünyâ ahirete nisbeten bir zindan hükmünde” ise, dünya içinde, zindan içinde zindan nasıldır? Cefâ ender cefâ iken sefâ buldu zindan. Zindan, zindan ki adı bile karanlık kasvet veren bir mekân. Öyleydi; ki yûsufmisâl bir üstâd o zindanları şâd eyledi. Zindan; zindan idi, oldu handân!

Üstâdımız. “Gül devrinde yaşasaydım, gül devrinin bülbülü olurdum” diyen Âkif’in sözüne benzetiyorum sözümü. “Nûr devrinde yaşasa idim, o nûrların bülbülü olurdum” diye. Hüdhüdü olamasam da o devrin, ceffelkalemliğimle elmas kalem olamasam da bize tevârüs nûrları okuyoruz. Sayfa kenarında öyle vakarınızla, öyle duruyorsunuz. “Sadakte yâ üstâz!”diyoruz, ”henien lekum” duyuyoruz. Binler sadakte Üstâdım!

Dünyâsını bir sepete sığdıran Üstâdımız. Dünyâ’mızı dünyâya dahi sığdıramasak da, ‘talebe’niz olmaktan ümîd ediyoruz, belki şefaat!

Üstâdımız. ‘Yangınlar içindeki evlad’larınızdan biriyim. Bin mezar hükmündeki bir rûhla gelmiştim. Subhanallah! Ne suru israfildi, binler defaatle dirildim. Çağ ve bu mimsiz m’edeniyet hücûm ederken üzerimize, “nûr” örtüsünü çekiyoruz kavlimize..

Üstâdımız, aklım fikirden ümmî; kalbim pek çok vakit hicrandan, âlemden zâri. ‘Ömür kısa, faydalı işler pek çok’ iken fazla amel getiremedim belki. Ve dahi omuzumda yığınla günah. Lâkin ümitvârız, hani yâ talebeniziz, belki Üstâdım, belki şefaat!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*