Üstadın izinde yeniden İstanbul…

Ankara’da hayatımı devam ettirmekte olan biri olarak, kardeşlerimden İstanbul’a bir gezi yapacakları haberini alınca iki kat sevinmiştim. Çünkü hem İstanbul sevdalısı olan ruhum İstanbul’a kavuşacak, hem de bunu Risale-i Nur’un hizmetkârlarıyla, talebeleriyle birlikte yapmak mutluluğuna erişecektim. Hemen listeye yazıldım…

***
Zaman ilerledi, gezimizin başlayacağı gün geldi ve Cuma akşamı yola koyulduk. Gezimizin ilk hedefi İstanbul’un mânevî sultanına, Ebu Eyyub-el Ensarî’ye (ra) varmaktı. Tıpkı Osmanlı padişahlarının yaptığı gibi biz de ilk olarak onun huzuruna çıkıp, sonra İstanbul’a girecektik. Bu huzur veren düşünceyle Eyüp’e vardığımızda gece yolculuğunun bütün zorlukları, bütün yorgunlukları bir anda siliniverdi.

Mihmandar-ı Nebî’nin mekânına varınca sabah ezanı okunmaya başlamıştı. İlk İstanbul ezanıyla abdestlerimizi aldık ve camiye girebildik. Gördük ki İstanbul hâlâ İslâmbol… Nicedir hissettiğim ümitsiz bir ruh halini de silip süpüren bir manzara vardı Eyüp Sultan Camii’nde… Camide zor yer bulduk. (Meselâ ben pencere kenarındaki medrese odacığında, iki kişi ile birlikte kılabildim sabah namazını) Şuurlu ve huzurlu şekilde, mekânın ulviyetini sesleriyle ahenklendiren hafızların dilinden bir Yasin dinledik. Sanki ruhlarımızın son kiri pası da silinircesine tesir etti o güzel okuyuş, o tilâvet-i Kur’ân… Yasin’den sonra kılınan sabah namazı Medine’yi hatırlattı bana, hiç gidemediğim Medine’yi… Biraz daha arttı hicran ve özlem…

Şüphesiz İstanbul’un ev sahibi aslında bu mübarek sahabîdir. Tıpkı Efendimiz’e (asm) ev sahipliği yapmış olduğu gibi, İstanbul da onun evi oluvermiş hissine kapılıyor insan… Ve biz ev sahibinden izin alarak giriyorduk bu mübarek şehre…

Sahabilerden Ağabeylere…

Eyüp’te sabah namazının ardından yolumuzu Eyüp Kabristanına çevirdik ve Nur’un kumandanlarının, velilerinin, saff-ı evvel ağabeylerimizin makamına vardık. Eyüp Sultan’ın şahsında Efendimiz’in (asm) dostları ve talebeleri olan Sahabilerden sonra, en son Sungur Ağabeyimizi yolcu ettiğimiz bu mekânda da Üstadımız’ın talebelerinin hatırasını yad ettik.

Bir kez daha aynelyakin anladık ki, nasıl Üstadımız bu zamanda Efendimiz’in (asm) varisidir, elhak ağabeylerimiz de sahabenin varisleridir. Bizler de onlar gibi olmayı diledik Rabbimizden. Bu güzel duygular içerisinde kabir ziyaretimizi bitirip Eyüp’ten Fatih’e hareket ettik.

Sabah vakti pek sakin olan Fatih Camii avlusunda tıpkı Üstadımızın yaptığı gibi Peygamber Övgüsüne mazhar olmuş Fatih’e fatiha okuduk ve hiç vakit kaybetmeksizin yine Üstad’ımızın hatırasını takip ederek Şekerci Han’a geçtik. Muhabbetle yoğrulmuş şeker gibi bir kahvaltı ettik Şekerci Han’da…

Artık istikametimiz Topkapı Sarayı idi

Otobüsümüz sahil yolundan surları takip ederek Sultanahmet meydanına geçti. İndik ve hiç hesapta olmadığı halde Saray mozaikleri müzesini de görmüş olduk. Doğu Roma medeniyetinin eserlerine şahit olduk. Fazla vakit kaybetmeden III. Ahmed Çeşmesi’nin önünden Topkapı Sarayının dış bahçesine girdik. Ayasofya’nın yanı başındaki Aya İrini’den de hüzünle bahsettik.

Topkapı Sarayı yer olarak bir sarayın yapılabileceği en güzel yerde yapılmış. Fakat sarayın diğer Avrupa saraylarına nazaran ve Osmanlı devletinin bir dönem eriştiği büyüklüğe nazaran yine de mütevazi kaldığından bahsetmeliyiz, ama yeri değil… Her neyse… Bu manaları anlatmayı başka yazarlarımıza havale ederek gezimizin manen en güzel kısımlarından birine gelelim.

Kutsal emanetler bölümünde…

Topkapı Sarayı’nın diğer yerleri bir tarafa, Kutsal Emanetler bir tarafa… Dünyadaki hiçbir maddî hazine bu hazinenin değerini karşılamaz.

Nasıl karşılasın ki, asa-yı Musa’nın (as), Hz. İbrahim’in (as) bereket yüklü tenceresinin, Davudî kılıcın, kıssaların en güzelinin sahibi Yusuf’un (as) sarığının yerini başka ne tutabilir! Binlerce yıl öteden gelip, İstanbul’a yerleşen bu mübarek emanetler vesilesiyle bu peygamberlere duâlar ettik. Sadece bakmadık, görmeye de çalıştık.

Efendimiz’in (asm) emanetlerine söyleyecek kelime bulmak ise zor, duyguları anlatmak daha zor. Onun kılıcının, yayının, sakalının, cübbesinin yanında, aslında onun huzurundaymış gibi olduk. Bol bol salâvat getirmeye çalıştık. Selâm eyledik, gözyaşlarımızı tutarak veya tutamayarak… Onun en değerli emanetlerinin Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyesi olduğunu unutmadan huzurdan geçerken, o kalabalıkta yan taraftan gelen Kur’ân sesiyle ruhumuz biraz daha sükûn buldu…

İlginçtir, hemen sonrasında, Bağdat ve Revan köşklerinde, Boğaz ve Haliç manzaraları arasında dünyanın faniliğine aldanır gibi olduk. Ahirzaman insanıydık ne de olsa… Bereket, henüz çıkmıştık kutsal emanetlerden…

Ve yine mahzun Ayasofya…

Artık minarelerinden ezan-ı Muhammedî yükseliyor, ancak içerisi yine ibadetten uzak. Biz de böyle karmaşık duygularla dolaştık bu muazzam mabedimizi, camimizi… Dünya üzerinde samimî Hıristiyanlığın ve İslâmiyetin böylesine birleştiği başka hangi mabed var? Kudüs nasıl içimizi yakıyorsa, Ayasofya da o derece hüzünlendirdi bizleri… “Şurası müsait gözüküyor, bir namaz kılsak” esprileri vesilesiyle bu hüznü biraz duâya, biraz tebessüme karıştırdık.

Öğlen ezanları okunurken biz de Ayasofya’dan çıkıp Sultanahmet Camii’ne vardık. İnsan hiç değilse ömründe bir ezan vakti Sultanahmet meydanında bulunmalı ve o ezanları dinlemeli. Neyse efendim, gece yolculuğu ve kısa sürede gezilen mekânlar sebebiyle manen dinç fakat maddeten yorgunduk. Bu muhteşem camide ilâç gibi bir öğle namazı kıldık. Öğle namazından sonra ise yavaş adımlarla Bâb-ı âlî ve Gülhane arasından Eminönü’ne çıktık. Yeni Cami’nin gölgesinde bir balık ekmek ziyafeti çektik. Bu kısımları şikemperver nefsimiz daha fazla iştihalanmasın (!) diye kısa kesiyorum.

Eminönü’nden Üsküdar’a…

Galiba, bu kadar kısa sürede, gözlerimize bu kadar manzara sunan başka hiçbir deniz yolculuğu tasavvur edemezsiniz. Üsküdar’a geçince sahilden tarihî yarımadayı seyretmeden olmaz dedik, Kız Kulesi önüne kadar hafif adımlarla, tefekkür ederek bir yürüyüş yaptık. Maddî anlamda yorgunluğumuz artıyor, ama İstanbul ruhumuzu hep hafif, hep rahat kılmayı nasılsa başarıyordu.

İstanbul’un en güzel yeri…

“Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum” diyen Üstadımızın izinde biz de Çamlıca’ya çıktık. Burada kıldığımız ikindi namazından sonra poğaça çay eşliğindeki ihlâs (!) dersimizi de yaptık. Ne de olsa biz genç bir ekibiz, aceleciyiz, ders baklavamızı da dersin sonunda değil, dersin ortasında isteriz…
Böylesine dolu bir günün ardından Çamlıca’dan ayrılarak Sultanbeyli’ye, geceyi geçirdiğimiz vakfımıza vardık. Akşam yemeği, yatsı namazı derken, yorgunluktan olsa gerek, nasıl yatıp kalktığımızı bilemeden sabaha eriştik. Güzelce bir kahvaltının ardından tekrar yollara düştük.

Bu sefer Topkapı tarafına seyr-ü seyahat eyledik. Modern bir yapı olan Panorama 1453 Müzesinde 5-10 dakika fetih sahnelerini canlandırmaya çabaladık. Daha sonra istikametimiz Mimar Koca Sinan’ın İstanbul siluetine görkemli şekilde kondurduğu Süleymaniye Camii oldu. Restorasyondan sonra yepyeni olmuş gibi temizlenmiş Süleymaniye. Bu camimizde öğle namazı kıldık ve sonrasında mihrabın yanıbaşında bir ders halkası oluşturduk. Düşünün, insanların şaşkın bakışları arasında Süleymaniye Camii’nde yarım saate yakın feyizli bir Risale-i Nur dersi okuduk. Cami hakkında bilgi aldık.

Süleymaniye’den sonra yürüyerek İstanbul Üniversitesi’nin yanından Beyazıt Meydanına vardık. Burada da yine Üstadımızın “güzel sesli hafızlarını”, “şeytanla münazarasını”, “Divan-ı Harb mahkemesini”, “Zalimler için yaşasın Cehennem” nidalarını yâd ettik. Hayalimizle de olsa o tarih sahnelerini canlandırmaya çabaladık. Maalesef, hakikate dönüşen “nerede o eski sahaflar” hayıflanmasıyla Sahaflar Çarşısında dolaştık.

Derken Beyazıt Meydanından tekrar Haliç kıyısına vardık. Bizim için İstanbul vaktimiz dolmuş meğer. Hüzünlendik. 2 günde 4. defa kıt’a değiştirirken Boğaz’ın güzelliğini fotoğrafladık.

Bu hüzünle dönüş yoluna çıktık. İmdadımıza Gebze’deki Nur Talebesi ağabeylerimiz yetişti. Bizleri Köprü Kültür Merkezinde karşıladılar. Pazar günü okuma programı yapmışlar, belli ki hedefleri var. Bir yandan okumaya devam ederlerken, diğer yandan bizlerle ilgilenmek zorunda kaldılar. O sıcak ortam ve yemek, bütün hüznümüzü aldı. Nur Talebelerinin, dünyanın neresinde olursanız olun sizi boğucu hüzünlere düşürmeyeceğini bir kez daha anladık. Şükrettik, Gebze’deki ağabeylerimize teşekkür ettik.
***
Böylesine dolu bir gezinin gazete satırlarına aktarılması gerçekten çok zor. Bazı yerlerden sadece bir iki satır bahsettik, bazılarından bahsedemedik bile… Ama başta geziyi organize edenlere, geziye katılan bütün kardeş ve ağabeylerimize, bizlere gittiğimiz yerlerde yardımcı olan Nur Talebelerine teşekkür etmeden yazıyı bitirmek olmazdı. Allah böyle Nur Talebelerinin, böyle güzel gezilerin sayısını arttırsın, sizlere ve bizlere de katılmayı nasip etsin. Âmin…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*