Van Mevlidi, kaynaşmaya vesile oldu

Yalova ve Gemlik’Teki ağabeylerle yola çıkarak, Van’daki “Bediüzzaman Mevlidi”ne katıldık. bu seyahatin böylesine zevkli ve neşeli geçeceğini tahmin etmiyorduk. yol boyunca Uğradığımız her ilçe, bizi bağrına bastı.

Üç yıl kadar önceydi. Yalova’dan bir grup arkadaşla Gemlik’de bir programa katılmıştık. Van Mevlidi hazırlığı yapıyorlardı.

Yol programını Tevfik Boz Ağabeyimiz organize ediyordu. Programın sonunda birisi, “Tevfik ağabey bu halinle eve gidebilecek misin diye düşünürken sen Van’a gidiyorsun. Bu nasıl oluyor?” diye sormuştu.

Şu çarpıcı cevabı vermişti: ‘’Kardeşim, o mevlid benim dâvâmın mevlidi, Üstad’ımın mevlidi. Hasta da olsam giderim!‘’ Bu sözünden çok etkilenmiştim.

Aradan üç yıl geçti. Van mevlidinin ilânları çıkıyordu Yeni Asya’da. Tevfik Ağabeye, “Gitmiyor muyuz?” diye sordum.

“Katılacakları bildir, Çarşamba günü erkenden yola çıkalım, ancak yetişiriz!” dedi.

Yalova’dan Süleyman, Adnan, Cemil, Bayram, Gemlikten Tevfik, Zeki, Bayram Ağabey ve kardeşlerle “Bismillah” deyip yola revan olduk. Adana’dan bize katılan İbrahim Boz Ağabeyimizin mihmandarlığında feyizli yolculuk devam etti.

Bu seyahatin böylesine zevkli, neşeli geçeceğini hiç tahmin etmemiştik. Yol arkadaşlarımızla birlikte hepimiz adeta mest olduk. Her uğradığımız il, ilçe, beldede rastladığımız Nur Talebesi bizi kucaklıyor, bağrına basıyordu.

Hiç tanımadığımız ve belki bundan sonra da karşılaşmayacağımız kardeş ve ağabeylerimizle hemhal oluyor, kaynaşıyor dostluklar kuruyorduk.

Hele Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanlarının izzet-u ikramları doğu-batı insanının kaynaşmasının müstesna örneklerini sunuyordu.

İşte bu, Kur’ân’ın “Müslümanlar kardeştir” düsturunun bir tezahürü idi.

Emirdağ’dan Mevlânâ diyarına

İlk uğrak yerimiz Emirdağ oldu. Üstadımızı barındıran ve yeni restore edilen evini ziyaretten sonra oyalanmadan yola koyulduk.

Mi’raç Kandili’nde Mevlânâ diyarı Konya’ya vasıl olduk. Ve ilk önce Mevlânâyı ziyaret ettik Üstadımızın şu sözünü hatırlayarak: “Ben Mevlânâ zamanında gelseydim Mesnevî’yi, o bu zamanda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı…”

Bu söz yazılı olarak Risale-i Nur’da geçmez. Ancak, Mektubat’ta o manayı veren eden şöyle bir pasaj geçer: Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 27.)

Ashab-ı Kehf

Konya’nın vakıflarından aslen Yalovalı hemşehrimiz Bilal kardeşimiz mihmandarlığında dershaneye gittik. Böylece o mübarek geceyi bu kutlu beldede idrak etmiş olduk.

Öğlen saatlerinde Tarsus istikametine yöneldik. İnançlarından dolayı mağaraya gizlenmek zorunda kalan Ashab-ı Kehf’i ziyaret etmekti maksadımız.

Rivayet ve söylentilere göre, Ashab-ı Kehf diye Kur’ân’da da meşhur olan gençler, Efsus (Efes) şehrinde yaşıyorlardı. Bunlardan altısı hükümdarın müşavere heyetinde, sağında-solunda yer alan, sarayda görevli kimselerdi.

Sağındakiler, Yemliha, Mekselina ve Mislina idi. Bunlara “Ashab-ı Yemin” denmiştir. Hükümdarın solunda bulunanlar ise, Mernuş, Debernuş ve Şazenuş’tur. Bunlara da “Ashab-ı Yesar”.

250-305 tarihleri arasında bir zaman diliminde Roma imparatoru olduğu belirtilen Dokyanus putperestti. Putperestliği kabul etmeyen bazı insanları da yakalatıp öldürttü. Bir ihbar üzerine saraydaki Hıristiyan olan gençlerin varlığını öğrenir.

Onları çağırıp tehdit eder. Buna rağmen onlar inançlarından vazgeçmez, aksine Dokyanus’u imana dâvet ederler.

O ise, putperestliğe dönmeleri için zaman tanır. Gençler de imanlarını muhafaza etmek için şehri terk eder. Yolda, Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban iman edip onlara katılır ve yedincileri olur.

İmparator kaçtıklarını haber alır. Yakalanmaları için emir verir. Askerler onları takip eder; çoban arkadaşlarının gösterdiği bir mağaraya girerler. Mağarada duâ ederek merhamet dilediler. Kehf Sûresinin 10. âyetinde duâları anlatılır.

İmparator saklandıkları mağarayı öğrenir ve adamlarıyla mağaraya gider; onları diri diri gömmek maksadıyla mağaranın ağzını kapattırır. Onlar orada uyuyakalır. Kehf Sûresine göre, 309 sene uyuduktan sonra uyandırılırlar ve geçmiş olan zamanın farkına varamazlar. Yemliha’yı kılık değiştirerek şehre gidip yiyecek almasını uygun görürler. Gidince çok değişmiş bir şehir bulur.

Ashab’ül Kehf ile ilgili mağaranın ise sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 şehrin dördü Türkiye’dedir: Afşin, Selçuk (Efes), Lice ve Tarsus.

Tarsus’taki Ashab’ül Kehf Mağarasını (veya makamını) ziyaretin ardından Adana’ya teveccüh ettik. İkindi Namazı’nı Zübeyir Gündüzalp dershanesinde eda ettik. Nejdet Ağabeyimizin yaptığı namaz dersinde, ‘’Kâmil insanların çoğunluğuna uyunuz‘’ hadisi şerifi dikkat çekiciydi. Demek ki, kalabalıklara değil, kâmil insanların çoğunluğuna uymamız gerekiyor.

Taşı-toprağıyla mübarek şehir

Fazla oyalanmadan Üstad’ımızın tabiriyle “taşı toprağı mübarek olan Şanlıurfa’ya” doğru hareket ettik. Akşam namazı vaktinde varmış olduk. Balıklı Göl gezisi  akşam namazı sonrası  Şemsettin Ağabeyimiz ve Mehmet Ali kardeşimiz rehberliğinde Üstadımızın ilk mezaristanı Halilu’r-Rahman, Hz.Eyüp (as) şifa bulduğu çilehanesini gezdik.

Evet, Ş. Urfa, taşıyla-toprağıyla mübarek bir şehir. Peygamber şehri. Hz. İbrahim’in doğduğu yer. Nemrut’un onu ateşe attığı ve ateşin bir gül bahçesine, odunların balığa dönüştüğü belde… Eskiden, Karadan hacca gidenlerin mutlak uğrak yeri…

Bediüzzaman’ın da, âhirete göçmek için uğradığı son dünya menzili

İpek Palas Oteli’nin üçüncü katındaki 27 numaralı oda… Evet, 1960’ın 21 Mart Pazartesi günü, hasta ve bitkin halde Urfa’ya girer. Urfalılar misafirperver, âlicenâb. Çünkü onlara İbrahim Halil Peygamberden miras bu hasletler…

“Neden önceden haber vermediniz, Üstadı merasimle karşılardık” diye sitem ederler.

Gazeteler durmadan tahrikkâr manşetler atmakta, yazılar yazmaktadır. Ertesi gün iki sivil polis gelir ve Nur Talebelerine, “Hazırlanın, derhal Isparta’ya gideceksiniz!” der. Üstad:

“Acaip! Ben buraya, gitmeye gelmedim. Ben belki de öleceğim…”

Emniyet müdürü polislerle otele yığılıyor Bediüzzaman’ı “Derhal Urfa’yı terk edeceksiniz” tehditlerine karşılık ona hizmet eden ağabeyler:

“Biz bu isteğinizi ona söyleyemeyiz, siz söyleyiniz!” diye diretirler.

Bediüzzaman’ın çıkarılacağını duyan Ş. Urfalılar galeyana geliyor. DP İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu gelir, olaya müdahale eder müdüre sert çıkar:

“Eğer Bediüzzaman’ı buradan çıkarırsanız karşınızda beni bulursunuz. Kılına bir halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım attıramazsınız…”

Binlerce Şanlıurfalı Oteli sarar

Doktor gelir, Bediüzzaman’ı muayene eder ve “Ne cesaretle buraya geldiniz, ateşi kırk derece. Yarın gelin, hey’et raporu verelim…”

Ve Çarşamba günü. Saat 03:00, sahur vakti. Bediüzzaman, ruhunu rahmet-i Rahman’a teslim ediyor.

Bitlis’in Hizan Kazası’nın Nurs Köyünde, 1878 yılında doğan Bediüzzaman, Ramazan’ın 25’inde, İpek Palas Oteli’nin üçüncü katındaki 27 numaralı odasında, 23 Mart 1960’da.

‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam’ diyen Bediüzzaman, bütün imkânsızlıklara rağmen ilim, imân yolunda harcamıştı hayatını.

“Birimiz Şark’ta, birimiz Garp’ta, birimiz ahirette de olsak beraberiz!”

Tatlı bir hüzünle ayrıldık İpek Palas Oteli’nden… Zira, madem Allah var, öyle ise âhiret var. Madem âhiret var, Cennet var, ebedî hayat var; öyle ise, ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın… Bize ne! Hem Üstadımız bize şu dersi vermemiş miydi?

“Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 269.)

Bu tatlı hüzünle, bu ulvî manaları düşünerek defnedildiği Halilürahman dergâhını ziyaret ettik… Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı… Ateşe atıldığı rivayet edilen mancınık direklerini… Balıklı Gölü…

Nurs’ta unutulmaz hatıralar

Yatsı namazının peşinden Mardin’e doğru yola çıktık. Ve geceyi de Mardin dersanemizde istirahat ederek geçirmiş olduk. Sabah erken kısa bir şehir turunun ardından Midyat’a vararak Bahattin Ağabeyimizle hasbihal ederek Batman’a doğru yolumuza devam ettik.

Batman’daki samimiyeti, Merkez Camii’ndeki Cuma namazında Kürt kardeşlerimizle birlikte dinlediğimiz “uhuvvet, birlik, beraberlik” mesajları taşıyan Cuma hutbesi, dershanede yapmış olduğumuz sohbetler ile güzel anılarla Batmandan ayrılarak Üstad Hazretlerinin doğduğu Nurs Köyüne doğru tekrar yola koyulduk.

Gece yarısı Nurs Köyüne varmış olduk. Sanki Üstadımızın misafiriymişiz duygusu sardı bizi. Tertemiz havası, güzide sakinleri, son müceddid, son müçtehidi çıkaran Nurs topraklarında geceyi geçirmek derin hisler, unutulmaz hatıralar yaşamamıza sebep oldu.

Sabah namazından sonra Üstadımızın doğduğu evi ziyaret ettik. Anne-baba ve bazı kardeşlerinin medfun olduğu kabristana gittik; Yasin ve Fatihalar okuyarak Van’a doğru yolculuğumuza devam ettik.

“Nurşin Camii’nin açılışı Yeni Asya’ya nasip oldu”

Van Gölü kenarında Van ili yöresel kahvaltımızdan tekrar yola çıktık. Şehir merkezine girdiğimizde Mevlide gelen Diyarbakır Otobüsünü takip ederek Hz. Ömer Camii’ne varmış olduk. Türkiye’nin hemen her bölgesinden dâvâsı için mevlide koşup gelenlerden tanıdıklarımızla kucaklaşıp, tanımadıklarımızla tanışma imkânı bulduğumuz Van Mevlidini-gözlemcilerin müşahadesine göre-mevlidler tarihinin en kalabalık cemaati camiin içini ve avlusunu doldurmuştu.

Mevlidden sonra Van cemaatinin yemek ikramı faslına geçtik. Ardından restore edilen Nurşin Camii’nin açılışına katıldık. Van Müftüsünün ifadesiyle, “Nurşin Camii’nin açılışı da Yeni Asya cemaatine nasip!” olmuş oldu.

Van’da öğretmenlik yapmakta olan Cihangir kardeşimizin rehberliğinde Van Kalesini, Horhor Medresesi’ni gezdik. Akşam üzeri Yalova-Esenköy’den Ercişli dostlarımızın dâvetine icabet ettik.

Ağrı üzerinden Dadaşlar Diyarı (artık Nurcular diyarı oldu) Erzurum’a vasıl olduk. Gündüz kısa bir şehir turundan sonra Gürbüz Ağabeyimize geçmiş olsun ziyaretinde bulunduk. Erken saatler olmasına rağmen bizi giyinmiş bir şekilde kapı da karşılaması, samimî hal ve tavırlarına, tevekkülü bize ayrı bir ders verdi.

Şifa duâ ve dileklerimizden sonra Artvin, Hopa, Rize üzerinden Trabzon’a geçtik. Zira, Süleyman Kösmene Ağabeyimizin Trabzon’da semineri vardı.

Ertesi gün dağların içerisinde kalmış, sisli, ancak yeşilin enva-ı çeşit tonlarını barındıran dünyadaki cennet köşelerinden olan Uzungöl’e kısa bir tefekkürî yolculuk yaptık.

Giresun, Ordu/Ünye’ye ulaştık. Başta İrfan Ağabeyimiz olmak üzere diğer ağabey ve kardeşlerle hemhal olup, güzel bir sohbetin ardından Samsun-Çarşamba’da mola verdik.

Amasya’dan okuma programına gelen kardeşlerimizle birlikte, Ankara’dan bize katılan ve yol arkadaşlarımızdan İbrahim Ağabeyimizin sadakatlikle ilgili dersinden aşk ve şevk tazeleyerek yolumuza devam ettik.

Sabah namazını Kastamonu’da kılıp dersahanemizde istirahate çekildik. Kastamonu Yeni Asya temsilcisi İbrahim Vapur Ağabeyimizin rehberliğinde Üstadımızın kaldığı evde Risale-i Nur dersi yaptık, Kastamonu’daki hatıralarını dinledik.

Aman Allahım, o ne destanımsı bir mücadele idi! Böyle bir seyahate ilk defa çıkan yoldaşlarımız dahil hepimiz; iman hakikatlerini bizlere ulaştırabilmek için çekilen sıkıntıları ve verilen mücadeleleri dinledikçe adeta büyülendik.

Bu hatıra ile bir kere daha çarpıldık: Üstad şadırvanda abdest alırken, ona yaklaşmak isteyen Çaycı Emin’e, “Şimdi yaklaşma, takip ediyorlar, sonra karakolun önüne gel!”

Üstad, karakolda, emniyet görevlilerinin gözü önünde onunla şu pazarlığı yapar: “Benim paraya ihtiyacım var, senin de yorgana. Yorganımı alır mısın?”

“Alırım!”

“Fakat benim yorgana da ihtiyacım olacak; bana kiralar mısın?”

“Kiralarım!”

“Ama her gün benden yorgan kirasını almaya geleceksin; olur mu?”

Zabıtalara da “Siz şahit misiniz?”

Böylece Üstad Çaycı Emin Ağabeyi her gün yanına getirterek Risalelerin Anadolu’ya dağılmasını böylece sağlamış oluyor.

“Nefis cümleden süflî, vazife cümleden âlâ”

İbret verici hatıralar, müşahedeler, gözlemlerden sonra Kastamonu’ya has “etli ekmeği” kemal-i afiyet ve şükürle yeyip, Karabük üzerinden Gemlik’e, oradan da Esenköy’e ulaştık.

Böylece, aşk ve şevk depoladığımız, baştan ayağa zevkli, renkli, neşeli, feyizli, bereketli, nurlu, huzurlu yolculuğumuzu tamamlamış olduk.

Bu arada Üstadımızın nazara verdiği, “Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. Ancak, ifrat derecede irtibat müstesna” hakikatini seminer, konferans ve sair faaliyetlerde olduğu gibi Van Mevlidi seyahatinde de yaşamış olduk.

Ziyaret ettiğimiz her yerde, ağabey ve kardeşlerimizin aşk ve şevkle hizmetlerine devam etmeleri, mevlitteki muhteşem katılım ve heyecan, her türlü engellemelere rağmen Risale-i Nur ekolünün Anadolu’da da kökleştiğinin delillerinden birisi oldu bizim için.

Van Mevlidine katılan arkadaşlarımız, hem seneye olanını, hem başka faaliyetleri dört gözle bekliyor!

Cenâb-ı Hak tekrarını nasip eder inşallah. Feyizli ve bereketli bir seyahat-i Nuriye yapmamıza vesile olan herkesten Allah razı olsun.

Sözlerimizi, yaşayarak, özümseyerek öğrendiğimiz Üstadımızın şu tesbitleriyle bitirelim: “Cenâb-ı Hak, merhametkârâne, kudretini benim hakkımda (ve bizim hakkımızda) böyle göstermiş ki, en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’âniyede istihdam ediyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*