Vazifen fahr değil, şükürdür

Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir.

Nefs-i emmâreme bir sille-i te′dib

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu; ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen ni′metler için fahre, gurura, belki bir hakkın var. Halbuki, sen dâim zemme müstehaksın. Zîrâ o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o ni′metlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir. Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre mercî olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.

Yalnız bir tesiriniz var; o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir sûrette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır. Hem, siz birer perde yaratılmışsınız; tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesîle olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hàlıkınızla güyâ iştirâk edersiniz. Demek, nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zâlimdir.
Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zîrâ, temessül etmediğinden, mazhar değil, memerr olursun.

Hem deme ki, “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.Hâşiye

Hâşiye: Hakîkaten, ben de bu münâzarada Yeni Said nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim ve “Bin bârekâllah” dedim.
Sözler, On Sekizinci Söz, s. 209

LÛ­GAT­ÇE:
nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis.
sille-i te′dib: Edeplendirme tokadı.
fahr: Övünme, gurur.
hodbînlik: Kendini beğenmişlik, kendini görmek.
bîhemtâ: Benzersiz.
menşe: Kaynak.
zemm: Kötülemek, ayıplamak, yermek.
cüz-i ihtiyâr: Dilediği gibi hareket edebilme. Yani: Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda bir tarafı tercih etmek iktidar ve serbestliği.
tenkîs: Eksiltme.
küfrân: Nankörlük etmek.
temellük: Sahiplenme.
hacâlet: Utanma.
hudâbînlik: Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk′ı tanıyan.
mercî: Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer.
masdar: Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
münfail: İnfiâl eden. Te′sir ile harekete geçen.
mahal: Yer.
tenzih: Kusur ve noksanlıktan uzak saymak.
vazife-i fıtrat: Yaratılış vazifesi.
kalbetme: Değiştirme.
Hàlık: Yaratıcı.
nefisperest: Nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.
tabiatperest: Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden.
mazhar: Sahip olma, nail olma, şereflenme, ortaya çıkma ve görünme yeri.
temessül: Yansıma.
memerr: Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri.
intihab: Seçme.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*