Vesayet nasıl kalkar?

Vesayet kelimesi, aslında bir hukuk kavramını ifade ediyor. İlmihallerde geçen tabirle “âkıl ve bâliğ” olmadığı için hukukî ehliyeti bulunmayanlar adına yapılması gereken hukukî işlemleri, onların adına, bu ehliyete sahip kişiler arasından hakimin tayin edeceği biri yapıyor. Bu kişiye vasî, adına işlem yapacağı kişiyle arasındaki ilişkiye de vesayet deniyor.

 

Meselâ çocukların veya aklî dengesi yerinde olmayanların mal varlıklarıyla ilgili bir tasarrufta bulunulması gerektiğinde, bunu vasî yapıyor.

Çünkü çocuğun da, akıl nimetinden mahrum olanın da kendi başına sağlıklı ve isabetli kararlar verebilmesi mümkün değil. O zaman bu kararların, tayin edilmiş vasî tarafından, onun hukukunu gözetecek şekilde verilmesi gerekiyor.

Peki, “vesayet”in, önüne farklı sıfatlar konularak, gittikçe hararetlenen siyasî tartışmalara konu edilmesinin altında yatan sebep ne olabilir?

Askerî vesayet, yargı vesayeti, bürokratik vesayet, sivil vesayet gibi terkipler neyi ifade ediyor?

Bunlarda vasî kim ve vesayet altındaki kim?

Bu sualin cevabını bulabilmek için, demokrasi tartışmalarının da temelini oluşturan halk-elit, millet-devlet ilişkisini irdelemek gerekiyor.

Bizdeki seçkinci elitlere göre, cahil halk doğru karar veremez. Profesörün oyu çobanınki ile bir olamaz. Onun için, nihaî karar halka bırakılamaz. Bu kararı, “onun adına” başkaları verir.

İşte, cumhuriyetin başından beri gündemden ve dillerden düşmeyen “halka rağmen halkçılık” söyleminin ve 27 Mayıs anayasası ile tedavüle sokulan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu hakimiyetini ‘yetkili organlar’ eliyle kullanır” formülünün arkaplanında bu fikir var.

Çok partili sisteme geçildikten sonra yapılan seçimlerde sandıktan çıkan sonuçların hiçbirinin elitleri memnun etmemesinin sebebi de bu.

61 anayasasının millet hakimiyetini “onun adına” kullanmak üzere ihdas ettiği bürokratik kurumlar, halk üzerindeki vesayetin somut tezahürleri. Halkın seçtiği Meclisin üzerinde bir Anayasa Mahkemesi, o Meclisten çıkan hükümetin her adımını denetleyen bir Danıştay ve demokrasi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sürekli sallandırılagelen askerî müdahale tehdidi…

Bu “vesayet mekanizması”ndan çok çeken ve bu vesayetten kurtulma yönünde oluşan toplumsal bilinçlenme ile eskisinden çok farklı bir noktaya gelen Türkiye, sivil veya siyasî vesayet tuzaklarına da düşmeden yoluna devam etmeli.

Bunun için de, toplumun kendi has ve özgün iradesini başka hiçbir güç odağı ile paylaşmadan ortaya koyabileceği; ve bu iradenin ne azınlık, ne de çoğunluk diktasına prim vermeden her görüşün özgürce kendisini ifade etmesiyle oluşacağı katılımcı bir uzlaşma zemini lâzım.

Böyle bir zeminin teşekkülü ise, bu yönde kuvvetli bir toplumsal bilinçlenmeyi gerektiyor.

Bediüzzaman’ın bundan bir asır önce yaptığı çağrılar, konunun bu cihetine de ışık tutuyor:

“Meşrutiyet-i meşrua, sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu (rüşd yaşına girdiğinizi) ve vasîye adem-i ihtiyacınızı (sizin adınıza karar verecek bir vasîye ihtiyacınızın bulunmadığını) görmek istiyor. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 163)

Meşrutiyetin “millet hakimiyeti” olduğunu o dönemdeki eserlerinde birçok defa tekrarlayan Said Nursî’nin, bu hakimiyetin tecellîsi için “mevcudiyet-i milletin gösterilmesi” gerektiğine vurgu yapması ve bunun yolunun ittihaddan geçtiğine dikkat çekmesi, son derece manidar.

Keza yine Üstadın “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” (a.g.e., Münâzarat, s. 213) sözü de, vesayet meselesinin bir diğer boyutunu ifade ediyor.

Sonuç: Vesayeti bilumum versiyonları ile birlikte bitirebilmek için, milletin “Ben varım, bana rağmen kimse birşey yapamaz” diyebilecek bir dirayeti yekvücut halde ortaya koyması şart.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*