Vicdandan devlete uzanan yol

Türkiye’nin ciddî bir anayasa değişikliğine ihtiyacı olduğu son günlerin fikri değildir. Baskıcı bir rejimin bekası üzerine endeksli, ferdin yerine sistemi önceleyen anayasal yapımız var. Bu yapı, her hak ve özgürlük arayışını ve isteğini tehdit olarak algılayan resmî tavrın en önemli koruyucusu olarak, dokunulması yasak mukaddes bir varlık gibi tepemizde duruyor.

 Mustafa Erdoğan gibi hukukçuların sıklıkla dile getirerek eleştirdiği “devlet aklı”, dayatmacı düzenlemeleriyle temel insan haklarına yönelik isteklere “dur” diyor. Bu durumun nasıl aşılacağı sorusuna ise, basit siyasî reflekslerle cevap aranıyor.

Görülen odur ki, hükümetin kısmî anayasa değişikliği ile ilgili attığı son adım da akîm kalacak. Bunun hükümetin konjonktürel tavrından muhalefetin tutumuna, Türkiye’nin içinde bulunduğu hassas durumdan kurumlar arasındaki çatışmaya kadar çeşitli sebepleri var. Kısmî değişikliklerle Türkiye’nin anayasa sorununu çözme düşüncesi; hakkın hak olduğunu, bunun yarısının, küçüğünün-büyüğünün olamayacağını idrak edemeyen bir anlayışın ürünüdür. Kendi toplumuna sunacağı yarım ve eksik hakkı alicenaplık sayan bir anlayış… Görünen odur ki, bu meselenin çözümü için çok daha derinlere dalmak gerekiyor. Bu durumda, “hak verme-alma” meselesinin öncelikle vicdanî bir mesele olduğunu savunmak, meselenin günlük plan ve politikalarda ortaya çıkan yasal düzenlemelerden ziyade, vicdanlarda yapılacak inkılâplarla çözülebilecek insanî bir mesele olduğunu vurgulamak, sanırım yanlış olmaz. Zirâ, vicdandan devlete uzanan hassas yolda, devletin dışında, içimizde görülen birçok tavır bu düşünceyi doğrular niteliktedir.

Çağdaş demokrasiler, kendi insanını her alanda mutlu kılacak planlamalar peşinde iken, elindeki iki paralık makamını bile despotluk aracı olarak kullanmayı marifet sayan bir geleneğin içinde yaşıyoruz. Meselâ, ABD-“Amerikalı olmak varmış ya” dedirtecek tarzda-yaklaşık bir trilyon dolarlık bir planlama ile vatandaşlarının yüzde doksan beşini sağlık sigortasına kavuşturmayı hedeflerken, bizim haşmetlû devlet erkânımız, toplumu nasıl daha depresif hale getirebiliriz hesaplarının peşinde. Vicdanın unutulduğu anlarda, zulmün her türlüsünü görmek şaşırtıcı değildir. Kur’ânî bakış açısından uzaklaşan, alâ-yı illiyyin esfel-i sâfilin gelgitlerindeki insanlık potansiyelini esfel-i sâfilin tarafında her türlü ahlâksızlığıyla birlikte gösteren vicdansız yapımız, devlet anlayışımızın da bu temeller üzerine kurulmasına yol açıyor. Kendi varlığını ve rahatını her şeyden önemli gören anlayış, başkalarının gözleri önünde yanıp kavrulmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor. “Devlet, bir büyüklük yapsın da, yıllarca horladığı kendi insanından, meselâ, Kürtlerden özür dilesin” dendiğinde, vicdanı katılaştıran putçu anlayış hemen hortlayıveriyor: “Koskoca devlet özür mü dilermiş canım!” Özrü, alçalmak olarak gören sığ vicdanlar, vicdansızlığı böylece devletleştiriyor. “Kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız, Ahmed-i Hani’den Bediüzzaman’a… kadar bizi anlatanları öğretmeliyiz” dediğinizde, kokuşmuş vicdanların sefih modernlik anlayışı önünüze dikiliveriyor. Kokuşmuş vicdanlar, böylece devleti kokuşturuyor. “Anadilde eğitim tercihi temel bir haktır; bu hakkın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır” diye reel ve insanî bir yaklaşımla karşılarına çıktığınızda, “ben ateşten yaratıldım, o topraktan” diyen şeytan gibi, asileşen vicdanıyla hırlayıveriyor. Hırlayan vicdanlar, böylece, hırlamasını milletinin ensesinde sürekli hissettiren bir devleti doğuruyor. “Onlar bizim kızlarımız, bizim insanımız, bizim canımız; ne olur okuyuversinler!” dediğinizde, hissizleşen vicdanlar, saç telini rejim meselesi haline getiren pörsümüş bir “rejim” fikriyle aşılması imkânsız duvarları örüveriyorlar. Pörsümüş vicdanların pörsük fikirleri, böylece devleti pörsükleştiriyor. Tefessüh etmiş vicdanlar, sefih medeniyetlerinin bekçiliğini yapıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*