Virüs İlâhî bir ikaz ve iltifattır!

Yazılarıma kalıplaşmış ifadelerle başlamayı seviyorum. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Belki de yıllardan beri kullanılagelen bazı cümlelerin yanlış anlaşılmalarının tamamen ortadan kalkmasının temennisi ve duasıdır…

Başlıkta bir tezatlık var gibi, değil mi? Bir virüs insana nasıl hem ikaz hem de iltifat olabilir? İnsan bunu düşünmeden edemiyor. İyi ya! İnsan düşünen bir varlıktır. Tefekkür zamanı!

Tüm dünyayı saran bu salgında, iki şekilde Allah’ın adaleti ve insanın işlediği zulüm görünebilir. Buna meselenin zâhirî ve bâtınî cihetine odaklanmak diyebiliriz. Yani her olayın bir görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü vardır. Görünen yüzü şer ve çirkin olabilir, fakat görünmeyen yüzünde hayırlar, güzellikler saklıdır. Ya da hüküm tam tersi de olabilir.

Başa gelen musibetlerin “İlâhî bir ikaz” olması, semâvî dinlerin tamamında bilinen bir hakikattir. Çünkü geçmişte yaşanan bazı ibretlik olaylar vardır. Ad, Semud kavimlerinin, Nuh Peygamberin (as) ve Şuayb Peygamberin (as) kavimlerinin başına gelen felaketleri az-çok biliriz. Hakka davet için gönderilen peygamberlere itaat etmeyip, günahta ve isyanda azgınlaşan, zulmeden kavimlerin hepsi helâk olmuştur. Bu yüzden başa gelen musibetlerin de bundan kaynaklandığını inanan herkes bilir.

Günümüzde, insanoğlu yüzünden yeryüzünde zulüm ve adaletsizlik çok olmaya başlamıştı. Zengin fakiri, güçlü zayıfı, mağrur mazlumu ezdikçe, kâinat gitgide hiddete gelmeye başlamıştı. Nev-i beşer, önce depremler, sonra yangın, sonra uçak kazası vs. derken şimdi de gözle görülemeyecek derecede küçük bir virüsle mücadele etmeye başladı. Salgın öyle bir boyuta geldi ki, tüm dünyayı yenilgiye uğrattı. Özellikle zulmün kol gezdiği yerlerde şiddetini artırdı. Küfür ve isyanın arttığı yerlerde virüs de arttı. Umûmî bir musibet hâlini aldı. Müslümanları da içine aldı.

Niye mi Müslümanlar? Tahmin etmesi çok zor olmasa gerek. Günahların serbestçe işlenip hayatımızda normalleştirilmesi, dindar insanların dahi o fitne ateşine severek ve isteyerek girmesi ve dünyevîleşmemiz bu musibeti netice verdi. Camilerimiz bize küstü, Kâbe artık bizi huzuruna kabul etmiyor. Hatta ben biraz daha özele indirgemek istiyorum. Nur Talebeleri, iman ve Kur’ân hizmetiyle uğraşacağına birbiriyle uğraşmaya başlayınca hastalık şiddetlendi. Medrese-i Nuriyelerimizi kullanamaz hâle geldik. Halbuki hepimiz biliyorduk ki, Risale-i Nur hizmeti sadaka-i mâneviye olduğu için belaların def’ine vesiledir. İhmal ettik. Zulmettik, kader ise adalet etti. Yeryüzünde zulüm, küfür, isyan ve günahlar ile insanlık tam bir tokada kendini müstehak etti, dehşetli tokatlar yedi ve yemeye devam ediyor. Elbette bir parça bizim de hissemiz olacaktır.

Bu zamanda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, Cenab-ı Hak’tan merhamet istemeye yüzümüz kalmıyor. Böyle umûmî musibetler çoğunluğun hatasından ileri geldiği için, çoğunluğun tövbe-istiğfar etmesi ve nedamet getirmesi şart görünüyor. Musibetler duanın vaktinin geldiğinin habercisidir, neticesi de rıza-i İlâhîdir. Cenab-ı Hak isterse ve hikmeti iktiza ederse bu musibeti de def eder. Bu yüzden ümitsizliğe kapılmamak gerekir.

Biz her şeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görmeye niyet etmiş mü’minleriz. Bu imtihanda selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza edenler ehl-i iman, ehl-i tevekkül ve rıza olacaktır. Şer görünen musibetin arkasındaki hayırları okumak elzemdir. Allah’ın insanın fıtratına koyduğu kabiliyetlerin çatlayıp, sümbüllenip güzelleşmesi için böyle imtihanların olması gerekir.

Pandemi sürecinde neler yaptığımızı bir düşünelim. Misal olarak kendimi verebilirim. Herkes kendi âleminde kendisini kıyas etmelidir. Öğretmen olarak çalıştığım için, hayatım hep bir koşuşturma içinde geçiyordu. O kadar hızlı yaşıyordum ki, zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum. “Her şeye el atanın her şeyden mahrum kalması” misillü bir hâlet içerisindeyken, evde kalmak zorunda olmak bana derin bir “ohh” çektirdi. Yavaşlamayı, kâinatı mütalaa etmeyi, kitap okumayı, enfüsî tefekkür yapmayı o kadar özlemiştim ki, benim için bir nimet oldu. Evim, canım evim… Ailem, canım ailem…

Ben uzun zamandır çalışan bir insan değilim. Hayatın bu değişik temposuna hiç alışık değildim, alışamadım da bir türlü. Hırs içerisinde yaşamımı sürdürmek, bir şeylere yetişmeye çalışmak, çılgınca tüketmek, sürekli konuşmak, sürekli yeni kıyafetler değiştirmek, az okumak, az düşünmek ehl-i dünyanın sevdalılarının yaptığı bir yaşam biçimiydi. Ve birdenbire kendimi böyle bir ortamın içinde buldum.

Elimden geldiğince kendimi muhafaza etmeye çalıştım. Belki de bu kadar çok çabalamak yormuştu. Farkında olmadan ya da bilerek belki ben de dahil oldum bunların içine. Rabbim mağfiret etsin. Şimdi bakıyorum ki, dünyayı elde etmek için gösterdiğimiz hırsımız azaldı, istesek de istemesek de yavaş yaşıyoruz. Bir yarış içerisinde değiliz. Zaten Rabbimiz bizden hızlı yaşamayı istememişti ki…

Tefekkür ederek, özümseyerek, düşünerek hareket etmeye başladık. Tüketim çılgınlığına mola verdik, iktisat ve kanaatle yaşamayı öğrendik. Artık az konuşuyoruz. Kimseye kendimizi ispatlama ihtiyacımız yok. Az kirletiyoruz, temiz olmayı, temiz yaşamayı öğrendik. Temizliği imanın bir parçası hâline getirdik. Daha çok okuyoruz artık. Kim bilir, belki yıllardır okumak istediğimiz kitaplarımız ellerimizde geziyordur şu aralar.

Hayatın normal hâli bu aslında. Hayatın normal hâlini yaşıyoruz. Anormal hayatın içinden çıkıp normalleştik. Evimize, yuvalarımıza döndük. Aile bağlarımız yeniden kuvvetlendi. Bir öğrencim “Babamın muhabbeti aslında çok güzelmiş” demişti. Ailelerimizle sohbet etmeye başladık. Nasıl yani, öncesinde konuşmuyor muyduk? Konuşuyorduk, fakat muhabbet etmiyorduk.

Aile olmak ne güzel bir duyguymuş ya Rab! Evlerimizi birer medrese-i Nuriye olarak görmeye başladık. Ailecek okuma programları yaptık belki de. Teknolojiyi hayır noktasında kullanıp online dersler başlattık. Zamanın ihtiyaçlarına göre davranmaya başladık.

Biz hanımların meğer ne çok kabiliyeti varmış ya! Türlü türlü tariflerle sofralarımız güzelleşti. Balkonlarımız ektiğimiz çiçeklerle renklendi, baharı oraya getirdik. Beyler eşlerine yardımcı olmanın güzel bir sünnet olduğunu keşfetti. O kadar da zor değilmiş evi süpürmek, bulaşıkları makineye dizmek… Hem birbirlerine olan muhabbetleri de ziyadeleşti.

Ne kadar çok ders çıkarırsak, o kadar erken bitecek bu imtihan. İmtihandaki soruları ne kadar çabuk çözersek, o kadar erken çıkacağız çayırlara, çimenlere. Haydi kâinattan ders almaya!

Ayşenur AKAY

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*