Yeni arayışlara gerek yok

Geride, altı bin sayfa gibi, içinde hemen akla gelebilecek her suâle cevapları barındıran, çağlara hitap eden eşsiz Nur Külliyatı’nı bırakan Bediüzzaman’ın burada verdiği mesajları ve düsturları anlamakta zorluk çeken ve bu sebeple iyi niyetlerle ve doğruyu bulmak adına yeni arayışlara giren, fakat çoğu zaman da farkına varmadan yanlış yapan, yanlış yerde duran; bu defa da yanlışlardan dönmenin ötesinde, yanlışına Risale-i Nur’dan delil bulma, fetva bulma arayışlarına giren, iyi niyetlerinden şüphemiz olmayan bazı dostların bilhassa siyasî ve içtimâî meselelerle ilgili olarak hemen her fırsatta; “Bediüzzaman şimdi olsaydı şöyle düşünürdü, böyle yapmazdı… Bizim gibi hareket ederdi, sizin gibi hareket etmezdi…” gibi faraziyelerle, tahminlerle haklılıklarını ispat etmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz.

Bilindiği gibi, Bediüzzaman şimdi aramızda olmasa da onun bütün fikir ve düşüncelerini ihtiva eden Risale-i Nur Külliyatı önümüzde duruyor. Hemen her konuda olduğu gibi sosyal hayatımızı alâkadar eden, siyasî ve içtimâî meselelerle ilgili yaptığı tavsiyeler, ortaya koyduğu orijinal düstur ve prensipleri de başta kendi talebeleri olmak üzere, bütün insanlığın istifadesine sunarak dar-ı bekaya göçtü Bediüzzaman.

Başta “Münâzarât”, “Muhakemat” ve “Hutbe-i Şamiye” gibi münderacatı küçük, fakat muhtevası büyük eserler olmak üzere, ”Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları” ve ”Şuâlar” gibi eserlerde toplum hayatımızı alâkadar eden bütün meseleler, orijinal bir şekilde, hiçbir şüpheye yer bırakmasızın, herkesin anlayabileceği bir üslûpla anlatılıyor. Mahkemelerde yapılan müdafaalar ve meslek ve meşrebimizi izah eden bölümlerle birlikte hepsinin yekûnu yaklaşık olarak iki bin sayfayı buluyor.

Nur Külliyatı’nın yekûnu imanî meseleler olmakla beraber, bahse konu olan siyasî ve içtimâî meselelerle ilgili bu iki bin sayfalık bölüm de, doğrudan veya dolaylı olarak imanî konular olmakla beraber, Bediüzzaman ve talebelerinin siyasî görüşlerini de içeriyor. Ayrıca hak ve hürriyetler, istibdat nedir, Meşrûtiyet nedir gibi bugün itibarıyla Türkiye’deki ve dünyadaki bir çok toplumbilimcinin ve siyasîlerin çözmekten aciz kaldıkları meseleleri orijinal formüller ile kolayca hallediyor bu eserler.

Yine bilindiği gibi gençliğinde Bediüzzaman dine hizmet niyetiyle bir miktar siyaset ile alâkadar olduğunu, sonra da böyle bir metodun zor ve neticesiz olduğunu ve hatta zararlı olabileceğini anladığını ve siyaset yolu ile dine hizmet metodunu terk ederek, bütün hayatını doğrudan Kur’ân’a hizmete sarf ettiğini biliyoruz.

Yine bilinen bir gerçektir ki, Bediüzzaman bir taraftan fiilî siyasetten şiddetle kaçınırken; diğer taraftan da siyaseti dine âlet, siyasileri dine dost yapmaya çalışmıştır. Bu meyanda “siyasiyyûnu irşat” adına onlara bazı tavsiyelerde bulunmuş, değişmez orijinal prensip ve düsturları istifadelerine sunmuştur.

Ve nihayet Bediüzzaman’ın Ahrarların devamı olarak tavsif ettiği Demokratlara taraftar olduğunu, onlara açıktan rey verdiğini, onlara duâ ederek nokta-i istinat olduğunu; bu tercihini “vatan, millet, Kur’ân” için yaptığını Emirdağ Lâhikası-II mektuplarından öğreniyoruz. Ayrıca Bediüzzaman’ın demokrat kadrolara verdiği bu açık desteğine karşılık şahsına ait maddî manevî hiçbir karşılık beklemediğini biliyoruz. Bu tercihiyle alâkalı olarak da, Demokrat kadroların öyle çok dindar olmalarından ziyade, ülke idaresinin bir meslek, bir san’at işi olduğunu, bu durumun da ayrıca bir kabiliyet, bir maharet gerektirdiğini, bu özelliklere hâl-i hazırda sahip olanların da Demokratlar olduğunu ve işte bu gibi sebeplerden dolayı Demokrat kadroları tercih ettiğini açıkça beyan ediyor Bediüzzaman. Evet ardı arkası kesilmeyen “Bediüzzaman şimdi olsaydı…” suâllerine biz de tekrar bir sual ile cevap vermiş olalım: Bediüzzaman şimdi olsaydı, hayatta iken söylediklerinden farklı şeyler mi söylerdi, yeni arayışlara mı girerdi? Yoksa “Neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukâla mahkemesinden tarih celpnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisatla çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır” sözlerini tekrar mı ederdi?

Bence Bediüzzaman’ın sağlığında iken söylediklerinin hepsi, vefatından sonraki dönemler için de geçerlidir. Zaman, zemin, şartlar değişse de o büyük insanın istifademize sunduğu formüllere, reçetelere ihtiyaç bitmez. Tahminler, faraziyeler üzerinden Bediüzzaman gibi çağlara hitap eden bir dâhîye vekâleten konuşarak, yeni arayışlara girmenin hiçbir faydası olmadığı gibi zararı olabilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*