Yeni Asya psikolojik harekâtlara boyun eğmedi

alt

Güleçyüz, Zaman-Pazar’a konuştu:
Yeni Asya, başından beri psikolojik harekâtların hedefi oldu, ama hiçbirine boyun eğmedi

12 Eylül’de 470 gün kapatıldık. 28 Şubat’ta da defalarca toplatıldık ve 1 ay kapatıldık. Baskılar hiç eksik olmadı. Ama gazetemizin kapatıldığı dönemlerde de farklı isimlerle düşüncelerimizi yazmaya devam ettik.

Yeni Asya’nın mutfağında yetişmiş arkadaşlarımızdan fikrî,  imanî, İslamî hizmetler bekliyoruz. Günlük siyasî çekişmelerde adlarının geçmemesini arzu ediyoruz. Çünkü siyaset yıpratır.

Türkiye, içinde bulunduğu sıkıntılı süreci atlatmaya çalışıyor. Bu dönemde Yeni Asya gazetesinin sağlam durduğu söyleniyor. Siz ‘dik durmak’la aslında ne yapıyorsunuz?

Ülkenin içinde bulunduğu bu sıkıntılı süreçte bir tarafta değil, haktan ve doğrudan yana olmaya çalışıyoruz. Hak ve doğru olan prensipler bizim için önemli. Yeni Asya, özellikle inançlı insanların, ortak değerleri paylaşanların siyasi iklimde kutuplaştırılmasını, karşı karşıya getirilmesini doğru bulmuyor. Sorunlar yapıcı, medeni, birbirimizi anlamaya çalışan bir üslup ve tavırla ifade edilmeli. Yeni Asya bunu yapmaya çalışıyor. Said Nursi’nin ‘Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez’ düsturu çerçevesinde yayıncılık yapmaya çalışıyoruz. Bu itibarla fevrilikle ani çıkışlar düzeysizlikler bir fayda vermiyor. Aksine bunu yapınca, ülke ve İslamiyet zarar görüyor. Bakın ‘dindarlar birbirine girdi’ diye el ovuşturanlara gün doğuyor.
Bu süreçte siz, gazeteniz ya da yazarlarınız bir baskıya maruz kaldı mı?

Farklı kanallardan geliyor tabii. Her zaman olagelen bir durum bizim açımızdan. Psikolojik bir savaş ve harekât yöntemiyle yürütülüyor bu tarz şeyler. O anlamda bize yönelik tavırlar sadece son dönemle sınırlı değil. Eskiden beri hep vardı. Mesela 12 Eylül’de 470 gün kapatıldık. Darbe anayasasına o gün hayır dediğimiz için. Gazetemizin kapatıldığı dönemde de farklı isimlerle düşüncelerimizi yazmaya devam ettik. 28 Şubat’ta da defalarca toplatıldık ve 1 ay kapatıldık. Baskılar hiç eksik olmadı ki.

Bugün geldiği nokta itibarıyla 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonu hakkında ne düşüyorsunuz?

Bir yerde yolsuzluk ve rüşvet iddiası varsa, buna karşı izlenecek yöntem belli. Gerçi kendileri de diyor ‘Ucu kime dokunursa dokunsun sonuna kadar gidilsin’ diye. Ama öbür taraftan da yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının önünü kesecek ardı arkası kesilmeyen, emniyet ve yargıdaki tasfiyelerle, adeta püskürtme operasyonu yürütüyorlar. Hâlbuki Türkiye’de esas ihtiyaç  yapısal bir demokratikleşme, gerçek bir hukuk devleti ve şeffaf bir işleyiş.  Ama bunun en önemli  şartlarından biri olan Anayasa meselesi çözülemedi, darbe anayasasından hala kurtulamadık. Bu anayasa bugünkü birçok sorunun kaynağı. Şikayet edilen derin yapıların, bürokratik oligarşinin yolsuzlukların ve bilumum karanlık yapılanmaların…

Camiaya karşı düne kadar ‘Cemaat devlete sızmış, buna kargalar güler’ denirken, şimdi ‘paralel devlet, haşhaşi, in’ gibi sesler yükseliyor kürsülerden.  Bu söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘Manşetlerin çivisi çıktı’ demiştik bir manşetimizde. Burada da üslubun çivisi çıktı diyebiliriz. Böyle bir dil ve üslupla, ‘yalancı peygamber, sahte veli’ noktasında vardıran tekfir mantığıyla hareket ediliyor.  Bu üslupla Türkiye’de kardeşliği sağlamak mümkün değil. Bu üslup tahrip eder, yıkar. Gönülleri yaralar. İncinen milyonlar söz konusu. Bu dil ve üslupla bunun buraya taşınmaması gerekirdi. Tartışmanın ve mücadelenin de bir adabı, ahlakı olmalı. Ama artık bu sınırın çok aşıldığını görüyoruz. Zamanında çok yakın durulan insanlara ağır ve ağza alınmayacak ifadelerle hücum edilir gibi saldırılıyor. Bizim de ifade ettiğimiz birtakım eleştiriler var elbet. Bir camianın ‘iktidar çekişmesi’ gibi gösterilen bir tartışmada isteyerek veya istemeyerek  yer alması normal değil. O cemaat için de sağlıklı olmayan, zarar veren bir durum. Öyle ki hangi taşı kaldırsanız, altından cemaat çıkar algısı olmuş. Camianın içinde de bunun özeleştirisi mutlaka yapılıyordur. Cemaatin dünyevi işlerle içli dışlı gösterilmesi iç muhasebe anlamında gözden geçirilmeli. Ayrıca, dillerden düşürülmeyen paralel yapı iddiası çok sağlıksız bir değerlendirme. Bir başka derin yapı var bana göre. Bu yapı sanki camiayı hedef gösteriyor, iktidarla camiayı kapıştırıyor ve kendi amaçları doğrultusunda ciddi mesafe alıyor. Evet, bir derin yapı var. Ama bu yapının iktidarı kullanmadığını nerden bilebiliriz? İktidar cenahının kolaylıkla camiaya yönelttiği bu suçlama, pekâlâ bugünkü anayasanın devam ettirdiği puslu yapı içerisinde iktidara da izafe edilebilir.

Bunu yorumu neye dayanarak yapıyorsunuz?

İktidarın statüko ile iyice bütünleştiği değerlendirmelerine dayanarak. Devletin bütün kurumlarını iktidar  kontrol altına aldı. Çankaya iktidar partisinden birinin bulunduğu bir konumda, MİT kesinlikle iktidar partisinin kontrolü altında. 12 Eylül 2010 referandumuyla yargı da büyük oranda etki altına alınmış durumda. Ve birçok sivil toplum kuruluşu olarak anlatılan kitle örgütleri üzerinde de ciddi manada tesirli. Medyada etkili bir nüfuzu var. Ne kadar iktidarı pekiştirmeye yarayacak araç varsa, önceki iktidarlarla kıyaslanamayacak şekilde kullanıyor. Devleti putlaştırma, devlet için evlatlar feda edilebileceğinin söylenmesi, devlet geleneklerinin hatırlatılması statükonun izleri.

AK Parti’nin göreve geldiği ilk yıllardaki reformcu kimliğinden uzaklaşarak, devletleştiğini mi söylüyorsunuz?

Tabii. Bu noktadaki yorumlar gittikçe artıyor. Devletle bütünleştiği ölçüde, işte bu refleksleri vermeye başlıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın daha görevinin ilk günlerinde ‘Allah şirk, devlet şerik kabul etmez’ ifadesi ‘devlet benim’ zihniyetini gösteriyor. Çok da eleştirildi. Şüphesiz hâkimiyet ortak kabul etmez, yönetmenin kuralıdır. Vesayete karşı demokratik birtakım çözümler de geliştirilmeli. Ama farklı bir şey var. ‘Şerikler ortaya çıktı, benim iktidarımı paylaşmak istiyor, bana ihanet ediyor, arkamdan hançerliyor. Çok safmışız, farkına varamamışız.’ diyorlar. İktidar devletle bütünleştikçe statüko refleksleri veriyor. Satükoyla özdeşleştikçe de  eleştiriye tahammülsüz hale geliyorlar. Bir de demokratik işleyişte STK’ların eleştirisini yapması gerekirken, şimdilerde bütün STK’lar alkışçı olarak görülmek isteniyor. Ki buna gönüllü olanlar da var. Eleştiriden haz etmiyor, ciddi manada rahatsızlık duyuyorsanız, başka bir sıkıntı vardır. Bu noktada demokratik olgunluktan söz edilemez.

Sözleriniz 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiasından hemen sonra birtakım cemaat ve STK’lar milli irade platformu adı altında yayınlanan bildiriyi hatırlattı. Siz o bildiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Milli iradeye destek gerekçesiyle kendini adeta  iktidarla özdeşleştiren bir sakıncalı yaklaşım. STK dediğiniz şey bağımsız olmalı. Kendini iktidara endeksleyen bir grup, sivil toplum örgütü olmaktan çıkar, etkisizleşir. Bu tutumun olumsuz sonuçlara  yol açtığını 28 Şubat’ta gördük. Kendini o zaman iktidar partisiyle çok bütünleştirme hatasına düşenler, iktidarı hedef alan kampanyalar neticesinde zarar gördü. İktidar partisi çekildi, parti kapatıldı. Bahane irticaydı. Bununla sınırlı kalmadı. Daha sonra  o parti ve iktidara destek veren, kendini özdeşleştirircesine tavır sergileyen STK’lar da çok sıkıntı çekti. Ağır bedeller ödedi. Aynı hata şimdi geniş bir ölçekte tekrarlanıyor.

Bütün bu yönleriyle bakınca ‘İkinci bir 28 Şubat hatta daha beter bir dönem yaşanıyor’ yorumlarına  katılıyor musunuz?

Bir cihetiyle tersine 28 Şubat olduğunu söylemek mümkün. Daha geçtiğimiz günlerde MİT’in paralel devlet yapılanması olarak gördüğü dini grupları takibi noktasında yayınlamış olduğu belge bunun örneklerinden. 28 Şubat’tan farklı olduğu tek nokta, o zaman askerin, medyanın, iş dünyasının, rektörlerin, yüksek yargı ve bürokrasinin iktidara karşı oluşturduğu bir koalisyon vardı.  İktidar şu anda camiaya karşı, beraberinde diğer cemaatlere sıçramasından endişe edilen bir operasyon mantığı içerisinde. Psikolojik harekât, yıpratma ve tasfiye mantığıyla hareket ediliyor.

Bahsettiğiniz belge, aşırı sağ, sol irticai diye suçların tasnif edildiği,  birçok cemaati tehdit ve tehlike olarak gören 2010 fişlemeleri olmalı. Bu bağlamda, MİT sivilleşti yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eski alışkanlıklar hâlâ devam ediyor elbette. Türkiye’de resmi ideolojiye dayanan bir anlayış var ve bu hiçbir zaman değişmez, değişmedi. Jandarma’nın hazırladığı bir belgeydi bu bildiğim kadarıyla. Akit’in yayınladığı bir  fişleme belgesi daha vardı hatta. Gerçi Akit ‘Bu belge Hakan Fidan’dan önceydi. Fidan, bunu yapan ekiplere karşı mücadele başlattı’ diye savundu daha sonra. Ama en son belge aynı kapıya çıkarıyor. 28 Şubat’tan bu yana pek bir şeyin değişmediğini, reflekslerin aynen devam ettiğini gösteriyor. Bu konu gündeme geldiğinde Hüseyin Çelik’in bir ifadesini hatırlıyorum: ‘Kurumun başına Ahmet ya da Mehmet getirilmesiyle eski alışkanlıklar, refleksler birden ortadan kalkmıyor.’ Endişelerimi iktidar cenahından bir isim tarafından  doğrulayan bir ifadeydi bu.
Ama bu konu üzerinde çok durulmadı sanki.

Durulmadı. Çünkü bunun iktidar ve politikalarını gözü kapalı  destekleyen medya, başka konulara odaklanmıştı. Şu anda da bakıyoruz, 28 Şubat’tan farksız bir üslupla, karalama, itibarsızlaştırma ve yıpratma kampanyası yürütülüyor. 28 Şubat medyası ile bugün yapılan bir kısım yayınlara baktığımızda yer yer çok daha ileri boyutlara gidildiğini görüyoruz.

Fişleme meselesi hep camia üzerinden ele alınıyor. Oysa fişleme belgesinde pek çok cemaatin adı geçiyor. Sizin de temsil ettiğiniz grubu rahatsız ediyor mu?

Biz artık şerbetli hale geldik. Derin devlet dediğimiz yapıya hâkim anlayış, Türkiye’de ekseriyeti oluşturan dindarları bir tehlike olarak gördü. Ve bunu irtica yaftasıyla damgaladı. Alt başlıkları da tarikatlar ve cemaatlerdi. Eline fırsat geçse ki geçtiğinde neler yaptığını gördük. Üstad Hazretleri’ne  ve vefatından sonra talebelerine yaşatılan zulümler ortada. Kendi halkının büyük çoğunluğunu tehlike olarak gören bir anlayış ile karşı karşıyayız. Hâlâ bu anlayış ortadan kalkmış değil. Özellikle iktidar cenahındaki sağduyulu insanların bunun farkına varması lazım. ‘Biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz? Dindar kitlelerle aramızı açacak bu söylemlerle ne yapmaya çalışıyoruz?’ diye kendilerini sorgulamalılar. Gerçi sorgulamaya kalkanlar da kendilerini disiplin kurulunda buluyor o da ayrı bir sorun. Çok sağlıksız bir yola girmiş durumda iktidar.

Kendi grubunuzda fişlemelerden dolayı mağduriyet yaşayan, işinden olanlar var mı?

Özellikle ‘ustalık dönemi’ diye ifade ettiği, iktidardaki üçüncü döneminde çok fazla bürokraside arkadaşımız da yoktu, iddiamız da. Ama bizimle irtibatlı olan arkadaşlarımızı önceden tasfiye ettiler.

Ustalık dönemi demişken, başbakanın bu dönemde milli görüş refleksleriyle hareket ettiği yorumları yapılıyor. Siz bu yoruma katılıyor musunuz?

Bunu söyleyenlerden biriyim. Ama baktığınızda Milli Görüş başlı başına incelenmesi gereken bir konu. Bizim kriterlerimiz açısından, eleştirilmesi gereken yönleri var. İktidar önceleri ‘değiştim, milli görüş gömleğimi çıkardım’ deyip, şimdi geldiği noktada milli görüş reflekslerini yansıtan bir çizgide duruyor.

Sizce nedir Milli Görüş refleksi?

Din ve siyaset ilişkisinde, dindar kimliğini öne çıkararak siyaset yapma. Böylece dini de siyasi tartışmaların bir konusu bir aracı haline getirme sonucu veriyor. Dindar nesil yetiştirmekten bahsedilince bu bir siyasi proje gibi algılıyor karşıtları. Alerjiye sebep oluyor. Said Nursi ‘İman hakikatleri bütün siyasi cereyanların üzerindedir’ diyor. Güneşe benzetiyor. Güneş yerdeki ışıklara tabi olmaz. Din, dünyevi siyasi çekişmelerin konusu haline getirilmemeli. İnsanlar sizin şahsınızda dine karşı cephe alır. Zaten dinini doğru dürüst bilmiyor. Sizin yanlışlarınızı görerek, dışlayan, ötekileştiren, kutuplaştıran, suçlayan tavırlarınızı görerek bu sefer dine karşı cephe alıyor. Bu ciddi bir vebal. Oysa herkesin dine ve iman hakikatlerine ihtiyacı var.

Bülent Arınç,  cemaatler için ‘Biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz’ ifadelerini kullandı? Devlete mi bağlıdır cemaatlerin varlığı?

Son derece abes bir ifade. Bu parti 2001’de kuruldu, 2002’de iktidar oldu. Peki, 2001’den önce Türkiye’de cemaatler, tarikatlar yok muydu? Tarikatlar asırlardır devam eden dini yapılar. Sahabe devrine uzanan köklü tarikatlar var. Bunlar bugünkü iktidarla doğmuş değil. Cemaatler de aynı şekilde. Risale-i Nur Hareketi 1927’de Nurları telif etmeye başladığı zaman oluşmuş. Fıtri bir şekilde, eserler yazıldıkça, etrafında halelenen bir cemaat teşekkül etmiş. Süleyman Efendi, Zahid Efendi, İsmailağa ve Aziz Mahmud Hüdai Hz. Nakşi, Kadiri tarikatlarının varlığını bu iktidara bağlamak yanlış. İşte bu sözleri iktidara destek veren birtakım cemaat ve tarikatların daha iyi değerlendirmesi lazım. Biz varsak varsınız yoksak yoksunuz gibi bir değerlendirmeye önce onların itiraz etmesi lazım. Daha evvel milli irade gerekçesiyle gazetelere ilan verenler, şimdi bu sözlerin son derece sakıncalı ve yanlış olduğunu, cemaatlerin bu şekilde siyasetle bütünleştirilmesini tasvip etmediklerini kamuoyuna bildiren bir ilanat yapmalı. Bir gün bu iktidarın  sonu geldiğinde, iktidarla beraber cemaatler de tarihe mi karışacak?  Böyle bir şey olabilir mi? Bunlar siyaset üstü oluşumlardır. Sen bunları siyasete endekslersen, evvela bu hizmet hareketlerine kötülük yapmış olursun.

Ergenekon ve Balyoz sanıkları için yeniden yargılamanın gündeme getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu davalarda yer yer kurunun yanında yaş da yanmış mıdır, adil yargılamaya riayet edilmiş midir? Uzun tutukluluk süreleri mağdur olanlar olmuştur. Bunlar düzeltilmeli. Ama madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, söylem ve eylemleriyle meydan okuyarak, yargılanırken daha hâkimlerin gözünün içine baka baka, “Yarın şartlar değişince, sanık sandalyesine siz oturup, hesap vereceksiniz’ diye onları tehdit eden, yaptıklarının arkasında duran, BÇG’yi, birinci ordudaki semineri savunanlar var. Eğer yeniden yargılama kapısı açılıp da, onların da masum gösterileceği, bir süreç başlatılırsa, bu çok sakıncalı bir netice verir. Ve iktidarın vesayetle, darbeyle mücadele ettiği iddiasının yine boşlukta kalmasını netice verir. Esas endişe duyulması gereken ise, aleni bir darbe yaklaşımı içinde olanların serbest kalıp, darbecilik suç değilmiş algısının oluşmasıdır. Uzun süre içerde tutulmanın getirdiği rövanş, intikam duyguları içinde salıverilmeleri durumunda nelere tevessül edebilecekleri insanı ciddi endişelendiriyor.

Yeni Asya’nın mutfağında yetişmiş, sizin yetiştirdiğiniz isimler var. Mücahit Bilici, Sadık Yalsızuçanlar, Senai Demirci ve Metin Karabaşoğlu gibi. Kimi kitaplarıyla kimi de yazılarıyla gündemde. Nasıl buluyorsunuz durdukları noktayı?

Birçok arkadaşımızla çok güzel ses getiren çalışmalar yaptık. Burada yetiştiler. Hâlâ o güzel çalışmalarını devam ettirdiklerini söylemek mümkün. Yalnız bazen siyasi konularda farklı tavırlar koyabiliyorlar. Belki bu bir yere kadar doğal. Ama tavsiyem özellikle gergin dönemlerde, duyguların taşkın olduğu dönemlerde geri planda kalmalarıdır. Çünkü esas onlardan beklediğimiz hizmetler, fikri, imani, İslami konularda çalışmalar yapmaları. Günlük, siyasi çekişmelerde adlarının geçmemesi. Siyaset yıpratır. Siyaset söz konusu olunca itidali, sağduyuyu muhafaza etmek çok kolay olmuyor.

Yeni çıkan kitabınız İman Hizmeti’nde, Hazret-i Âdem’den  bu yana devam eden iman hizmetini anlatıyorsunuz. Ahir zaman denilen bu dönemde, iman hizmeti nasıl olmalı?

Ahir zaman dediğimizde, bu dönemin özelliklerin Bediüzzaman çok güzel tespit ermiş. Eskiden teslime dayalı bir iman vardı. Ama ahir zamanda ilim ve fen gelişmiş. İnsanlar akli izah ve ispatlara önem verir olmuş. Eskiden inkâr ve delalet cehaletten gelir diyordu, şimdi ilimden geliyor. İlme dayalı bir inkâr içinde olma durumuz söz konusu. Aklı ispat eden kalbi doyuran izahlarla yeni bir izah tarzı ortaya koymuş. Said Nursi’nin iman hizmeti ve tahkiki iman dediği şey de, akıl ve bilimle tahkim ve takviye edilen bir iman olduğunu söyleyebiliriz. Bu zamanda aklı ve bilimi kullanarak iman hizmeti yapılabilir.

Sürekli darbe anayasası vurgusu yapıyorsunuz. Yeni Anayasa konusunda büyük bir çoğunluk umutlanmıştı. Şimdilerde hükümet paketlerle yeni anayasa yapılabileceği kanaatinde. Paket paket değişikliklerle ülkeye demokrasi gelir mi?

Gelmez, gelmeyeceği de aşikâr. Yapılan paketlerin çoğu konjonktürel oluyor. En son çarpıcı örneğini HSYK düzenlemesinde gördük. Büyük reform olarak takdim edilen ve referandumda yapılan düzenlemelerde, ‘artık yargı bağımsızlığı, üstünlerin hukuku sağlandı’ denildi. Üç buçuk yıl sonra istikamet tamamen değiştirilip, eskisinden daha beter bir sisteme dönülmek isteniyor şimdi. Türkiye’nin yapısal ve köklü değişimlerle demokratikleşme zemini oluşturulmalı. Bunun yanı sıra önemli olan bir diğer nokta ise eğitimde ciddi reformlar yapıp, bu  sistemin demokratikleştirilmesi lazım  bütün kademelerde. Şimdi okullarda okutulan bütün sınıflara bakın, baştan sona resmi ideoloji propagandası yapılıyor. İlgisiz ders kitaplarında dahi.

Dershaneler de eğitimde reform gerekçesiyle kapatılacak…

Dershaneler eğitim sisteminin doğurduğu bir sonuç. Okullardaki eğitim, sistemin doğurduğu ihtiyaçlara cevap veremediği için, dershaneler devreye giriyor. Okulların açığını bunlar kapatıyor. Siz evvela eğitim sistemini ıslah edin ki, dershanelere gerek kalmasın. Kapatma çözüm değil. Sonrasında farklı sorunlar oluşabilir. Daha önce tekke ve zaviyeleri kapatarak bu sorunu çözeceğini sanan anlayış, dershaneleri de kapattım oldu düşüncesinde. Yasakçı, ‘ben yaptım, oldu’ yaklaşımı doğru ve demokratik değil. Sosyal gerçekler böyle emir komutayla, yasaklarla tanzim edilemez.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*