Yeni Dünya Şartları Ve Nübüvvet Mesleği

Ferdin varlık alemi içinde kendini tanımlaması, benliğini ve çevresini anlamlandırması yaratılışın en temel gayesi olmalı. Son dönemlerde iletişim becerileri, başarının sırları, etkili olma, kişisel gelişim gibi konularda pek çok eğitim programı düzenleniyor ve yayınlar yapılıyor. Bu tip konulara ilgi duyan ve eğitimini alan insanların sayısı günden güne artıyor. Bu da önümüzdeki dönemde insanların modern bir nefis terbiyesi aracı geliştirme çabası içine gireceklerine işaret ediyor.

Bu anlamda modern dünyada asr-ı saadet ölçülerini yaşama modeli olan Risale-i Nur, çok önemli bir kaynak olarak önümüze çıkıyor. Kur’an’ın direk hayatla ilgili ve varlık alemini bir kitap gibi okumaya yönelten hükümlerini hazmedilmiş ve asrın ihtiyaçlarına uygun şekilde ortaya koymanın farklılığı, Külliyata, içinde bulunduğumuz zamanın sosyal şartları içinde ayrı bir yer ve önem kazandırıyor.

İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık alemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani aynalarının rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadır. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık aleminin içinde şekillenen doğrular hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekanın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık aleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde, doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, “her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise; ‘mesleğim haktır’, yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden ‘hak yalnız benim mesleğimdir’ veyahut ‘güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturu” herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlas ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.

Biz, Nur talebeleri üstadımızdan aldığımız bu dersle, doğru olduğuna inandığımız ve bu inancımıza pek çok dayanak bulduğumuz Risale-i Nur Külliyatını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu dava içinde yer alan herkesin, en azından çoğunluğun inancı, bu Külliyatın geçmişin birikimini Kur’an ve sünnet ışığında toparlayıp asrın ihtiyaçlarına uygun hale getiren bir kaynak kitap olduğudur. Bu yönüyle bir muktesebatın sonucu ortaya çıkmış eser külliyatı olmanın ötesinde bir anlam taşıdığına inanıyoruz. Bu hal eserlerin muhterem müellifi tarafından da ifade edilmiş, Risale-i Nur Külliyatının Bediüzzaman Said Nursi’yi de aşan konumu hep dile getirilmiştir. Sebep-sonuç ilişkisi içinde algılanan bir varlık aleminde veya pozitivizmin şekillendirdiği bir bakış açısında eserin müellifi aşması pek kabul edilebilir değildir. Ancak unutmamak gerekir ki, Yunan ve Roma medeniyetlerinin günümüze uzanan Batı medeniyeti tarzındaki varlık algıları artık kökten sarsılmış, önemini iyice yitirme konumuna gelmiştir. Geçen yıl yapılan bir deneyde ışığın ortama daha girmeden çıktığının gözlenmesi sebep-sonuç ilişkilerini iyice derinden sarsmış ve sonucun sebepten önce gelebileceğine kadar uzanan farklı bir varlık alemi tablosu ortaya koymuştur. Bu açıdan bakıldığında bir şeyin olabilirliğini veya olamazlığını ortaya koyarken çok dikkatli olunmalı ve hiç bir zaman direk hükümler verilmemelidir. Bütün bunlardan sonra, şu cümleleri okuyalım, ruhumuzdaki ve kalbimizdeki akislerine kulak verelim: “Kezalik, hakaik-ı mahza ve mücerredat-ı sırfadan olan maneviyatta, maddiyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, adeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan etmek demektir. Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.”

Günümüzün en temel problemlerinden biri belki de maddi alemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu, doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde en merkezi konumdaki değerlerden ve kavramlardan olmalıdır. Bu kainatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı hiç bir ifade ve insani hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır.

Risale-i Nur’un, Kur’an, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) , Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur’an medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Bunun yaşanılabilir hale gelmesi ise acz, fakr, şefkat ve tefekkür şeklinde formül haline getirilmiş yaşantı tarzları ve temel prensiplerin sistematik ve pratik hale dönüştürülmesi ile mümkün olacak gibidir. Modern dünyanın madde ve benlik üzerine çok güçlü vurguları ile eşyanın esma üzerinde kalın bir perdeye dönüştürüldüğü ortamında bu çok önemli bir başlangıç noktası olacaktır. Bu nübüvvet mesleğinin modern dünya insanının hayatına ulaştırılabilmesi ve yeni dünya şartlarının özde Kur’ani hükümler ile şekillendirilmesi yönünde en önemli dua olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*