Yüz yıl sonra Şam’da olmak

Image
Zannedersem 1974 yılıydı. Gençlik zamanımızda, rahmetli Osman Demirci Hocanın başkanlığında, cemaatimizin tertip ettiği bir hac organizasyonu vardı. Cemaatimizle beraber böyle bir yere gitmeyi çok arzulamıştık, ama nasib olmamıştı.

Geçtiğimiz aylarda, gazetemizde uzun bir müddet devam eden “Bediüzzaman’ın izinde Şam’da 100. bahar” anonslarıyla, cemaatimiz dâvet ediliyordu. O ilânı görünce aklıma, o hac organizasyonu gelmişti ve “Allah nasib ederse buna gideceğiz inşâallah” demiştim. Ve Rabbim imkân ve fırsat halk ederek bizi oraya sevk etti.


Gaziantep’e, hareket gününden bir gün önce vâsıl olmuştuk. İrfan kardeşimiz ve Celâl Sağır Ağabeyimizin mihmandarlığında Yeni Asya apartmanında dostlarımızla, kardeşlerimizle buluştuk. Celâl Ağabeyle birlikte son şahidlerden, babamla aynı köyden ve akrabası da olan Ermenekli Ahmed Gümüş Ağabeyi bulduk, onu ziyaret ettik. (İnşâallah, bu buluşmada aldığımız notları ileride yazacağız) Akşam da, Gaziantepli arkadaşlarımızla beraber orada derse iştirak ettik.
Ertesi gün, Cuma namazında Ulu Cami’de buluşarak, namazı müteakip bize tahsis edilen 4 no’lu otobüsümüze yerleştik. Yol arkadaşlarımız içinde, kadîm dostlarımızdan Ali Vapurlu, Şefik Peker ve Celâl Şengün’ü görünce sevindik.. Gerçi diğer arkadaşlarımızı her ne kadar tanımıyorsak da, her biri bir şirket-i mâneviye mensubu olduğundan, kaynaşacağımızı da çok iyi biliyorduk. Ve neticede bir çok arkadaşımızla tanışıp kaynaştık. Daha sonra grubumuzun mihmandarlığını bize havale ettiler ve güzel yolculuğumuz başlamış oldu. Öncüpınar hudut kapısından giriş muâmeleleri bayağı uzadı ve bizim şanssızlığımız, 3-4 saat kadar orada zaman kaybedip, Halep’e akşam saatlerinde vâsıl olabilmiştik.
Önce lokantaya gidip yemek yedik. Burada, daha önceden haberleştiğimiz Ermeni bir tanıdığımız olan Halepli Agop Beyle buluştuk. Orada cemaatimizi görünce şaşkın bakışlarla etrafı süzen ve o hâle muttalî olmaya çalışan Agop Bey, bizi Halep Kalesine götürdü. Geliş sebebimizi merak edip sorduğunda, verdiğimiz cevap üzerine “Haa, siz buraya yarı hacı olmaya gelmişsiniz” dedi. Bediüzzaman’ı ve onun Ermenilerle, Hıristiyanlar ile alâkalı sözlerini anlatınca çok şaşırarak “Ben daha önce hiçbir Müslümandan böyle şeyleri duymamıştım” dedi. O gece otelde dinlendik.
Ertesi sabah erkenden kalkıp, kahvaltı sonrası yola düşerek; Hama, Humus, Busra şehirlerine geldik. Busra’da, Mektûbât’ta anlatılan Rahib Bahira’nın manastırını, Peygamberimizin (asm) geldiği yerleri, devesinin ayak izlerini gördük. Neticede akşam Şam’a, daha doğrusu ecdadımızın “Şam-ı Şerif” dediği (aynen Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere dediği gibi) İslâmın meşhur şehrine gelip, aynı minvâl üzere geceleyip, sabah da doğruca ziyaret yerlerini (buraları gazetemizde ve sentez haber sitemizde detaylı bir şekilde okumuşsunuzdur) gezerek, esas maksadımız olan Emevi Camii’ne geldik. Herkeste bir heyecan vardı. Muzaffer ve Hülya kardeşlerimiz “Osman ağabey, caminin avlusuna girince, hacca gittiğimizde karşılaştığımız manzaralar aklımıza geldi” dediler. Cami avlusunda bir çok resim çektik. Ak Minare’ye baktık. Hz. İsa’nın (as) mânâ âleminde oraya gelişini gözümüzün önüne getirdik. Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın (as), şahs-ı manevileriyle birlikte, küfre karşı yapacağı ittifak aklımıza geldi.
Yüz sene önce, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin îrâd ettiği hutbeyi, sanki ondan dinliyormuş gibi minberin önüne geldik. İçerisinde yüz âlim zatın bulunduğu, on bin civarındaki cemaate “Ey bu cami-i Emevî’de bulunan, bu dersi dinleyen Arab kardeşlerim!” hitabını işittik. O yılları gözümüzün önüne getirdik. Tek müstakil İslâm devleti olan Osmanlı var, fakat o da inkırâza doğru gidiyor. Başka da, doğru dürüst bir müstakil İslâm devleti yok. Çoğu, Avrupa kâfirlerinin müstemlekesi hâlinde; devamlı olarak o zavallı İslâm devletlerini ve milletlerini sömürüyorlar (bugün de değişik bir yolla yaptıkları gibi). O hallerde dahi, kitabında ümitsizliğe yer olmayan, daha doğrusu ders aldığı Kur’ân’ın ifadesiyle “Lâ taknetû min Rahmetillâh!” (Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz) deyişini işitiyoruz Üstadın. Fecr-i sâdıktan, parlak ve nurlu bir aydınlıktan bahsediyor. Belki de, o günden sonraki, gelecek yüz sene sonraki hadiseleri, (yani şu anda İslâm devletlerinde vuku bulan) hadiseleri, hissederek söylüyor.
Yani, hülâsa-i kelâm, orada olmak lâzım! Hutbe-i Şamiye’yi, Cami-i Emevî’de, Bediüzzaman’dan dinliyor gibi dinlemek lâzım! Son kelimelerimizi yine onun orada söylediği sözleriyle bitirelim:
“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûra kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, hevâ ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, Hüda’ya tâbi olanların üstüne olsun! Âmîn”

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*