Yüz yıldır tartışılan 31 Mart nedir? Ne değildir?

Bundan tam yüz on sene önce meydana gelmiş olan 31 Mart hadisesini nasıl ve niçinleriyle; başlatanlarıyla, bastıranlarıyla; asılanlarıyla, astıranlarıyla tartışmaya, sebep sonuç ilişkilerini çözmeye, çözebilmek için uğraşmaya devam ediyoruz.

Peki, yüz on seneden beri üzerinde onlarca akademik çalışma yapılmış; yüzlerce makale ve hatıra yayınlanmış olan 31 Mart, bu gün neden hâlâ aydınlığa kavuşturulamamış? Neden olaylar failleriyle, nedenleriyle, sonuçlarıyla açıklanamamış? Olayın arka planına projeksiyon tutulamamış? Neden 31 Mart bazı yönleriyle hâlâ karanlıkta duruyor?

Bakın, biz bu gün yüz on sene sonra 31 Mart’ı konuşuyoruz. Tartışıyoruz. 31 Mart’ın karanlıkta kalan yönlerini açmaya, anlamaya çalışıyoruz.

Bunun nedeni, bazı otoritelere göre; olaya yaklaşan, olayı araştıran, olay üzerinde araştırma yapanların olaya ideolojik zaviyeden yaklaşmalarıdır.1

Bana göre de doğru bir tespit.

Yani 31 Mart tarafsız bir gözle ele alınmıyor. 31 Mart’ı yazanlar, anlatanlar tarafsız bir gözle olaya yaklaşmıyorlar.

31 Mart’ı irdeleyenler genellikle iki gruba ayrılırlar:

Birinci grup 31 Mart’ ı gerici, yobaz, Şeriatçıların ayaklanması ve meşrutiyete karşı gelmeleri olarak yorumlarken; Bir diğer grup 31 Mart’ı, İttihat Terakki’nin bir düzmecesi, bir planı, bir oyunu olarak yorumlamaktadır.

31 Mart’ın unsurları; İttihat ve terakkidir, Sultan Abdülhamit’tir, Volkan Gazetesi’dir, Hareket Ordusu’dur, v.s.

Araştırmacılar kendilerini, bunlardan birisi tarafında aynîleştiriyorsa olaylara o pencereden bakıyor.

Artı, hakim zihniyetin dışında olayları irdeleme şansınızın olduğunu da pek zannetmiyorum. Bu kez de el yordamıyla, imalı laflarla, sembollerle kendinizi ifade etmeye kalkacaksınız. Buna da edebiyatta ‘zımmî ifade’ derler. Yani anlamak için arif olmanız gerekecek.

13 Nisan 1909 da olaylar başlıyor. Olayların başlamasından üç gün sonra meydanda kimsecikler kalmıyor.

31 Mart hadisesini çıkaranlardan bir heyet, sarayla özellikle de Sultan Abdülhamid’le muhatap oluyor. Saraya sunulan istekleri kabul ediliyor ve olaylar yatışıyor.

Olaylar bitti denilirken; Sarayın bilgisi dışında, Selanik’te 1.ve 3. Ordu’dan karma özel bir ordu teşekkül ettiriliyor. Olayları bastırmak, belki de padişahı kurtarmak adına İstanbul’a hareket ediyor, Hareket Ordusu.

31 Mart hadisesi bittikten sonra bu ordu sarayı kuşatıyor, padişahı hal ediyor. Saraya ve İstanbul’a hakim oluyor.

Burada bütün düğüm Hareket Ordusu’nda odaklanıyor.

Ve Sultan Abdülhamid, Hareket Ordusu olayına vakıf olduktan sonra harekete geçmiyor. Oysa çok kolaylıkla bertaraf edebileceği bir pozisyonda iken, Sultan sessiz kalıyor.

25 Nisan’da Hareket Ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa İstanbul da sıkıyönetim ilan ediyor. Da’rül Harp Mahkemeleri kurduruyor.

Yargılanmalar başlıyor. İdamlar oluyor. Beratlar oluyor.

Bu olayların failleri kimlerdir? Arkasında hangi güçler vardır? Bu olaylardan kimler nemalanmıştır? Asıl failler yakalanabilmiş midir? Vs. vs.

Üç tane mahkeme, yüzlerce sanık, haftalarca komisyonlar, sorgulamalar. Sonuç?

Aydınlanmayan 31 Mart.

31 Mart Sultan Abdülhamid’in tezgâhı mıdır? 31 Mart İTC’nin bir oyunu mudur? 31 Mart; Hareket Ordusu’nun bir planı mıdır? 31 Mart dış güçlerin Osnamlı’yı yıpratma ve yıkma operasyonu mudur? 31 Mart Osmanlı Ordusu’nun içerisindeki birkaç başı bozuk çavuşun tertip ettiği bir isyan hareketi midir? Şayet böyleyse bunların arkasındaki güç kimdir? Bunların destekçileri, bunları harekete geçiren, bunları komutanlarını esir alacak kadar pervasızlaştıran, komuta merkezinde kimler vardır?

Yüz on sene boyunca açıklığa kavuşturulamayan sorular bunlar.

“Son anda yönetim Mustafa Kemal’in elinden alınmasaydı, seksen yıldır ihtilâlin perde arkasındakilerin kimler olduğunun saptanması için çile çekmeye gerek kalmazdı.” 2

Bütün bu olup bitenlerin arka planın tespit edilemeyişinin sebebi; “Mustafa Kemal’in sağladığı zaferin şerefine zahmetsiz konmak isteyen Mahmut Şevket Paşa’nın gafletidir, beceriksizliğidir.” 3

Bu bakış açısı da kendini Hareket Ordusu’na odaklamış ve onun penceresinden, hakim zihniyet açısından 31 Mart’a bakmaktadır.

Hareket ordusu ile ilgili:

“Bu kuvvetin tertibi, kararı, sevki ve İstanbul’a kadar yönetimi tamamıyla kurmay başkanı Mustafa Kemal’in eseridir ve her şey onun planlarına göre yürütülmüştür.” 4

Hareket Ordusu İstanbul Yeşilköy’e ( Ayastefanos) konuşlandığında M. Kemal’in yerine Enver Paşa atanmıştır.

Ne oldu da komuta değişti? Hareket Ordusu’nu hazırlayan güç niye değişti? Burada ne gibi çekişmeler yaşandı?

Enver’in yerine M. Kemal olsaydı durum ne olurdu? Sayın yazarın dediği gibi mahkemeler istenen sonuca ulaşabilir miydi?

Madem hareket ordusunda her plan M. Kemal’in eseriydi, zaten işler planlanan şekilde yürütülmüş demek değil miydi?

Sahi, bu 31 Mart sonuç itibarıyla kimin veya kimlerin işine yaramıştır?

31 Mart’ tan kimlerin kazancı olmuştur?

31 Mart hadisesine, o gün İstanbul’da olan, ilan edilen meşrutiyeti İslam açısından yorumlayarak, yürekten savunan, şeriat adına meşru meşrutiyeti alkışlayan Said Nursî’nin penceresinden bakarak bir de bu açıdan yaklaşacağız inşallah gelecek yazımızda.

Said Nursî; hem Meşrutiyetin, hem de 31 Mart’ın canlı şahididir.
Ve eserlerinin muhtelif yerlerinde, 31 Mart’ın iç yüzünü deşifre edecek bilgiler paylaşmıştır. Ki, sonuçta Mahmut Şevket Paşa’nın kurduğu Divan-ı Harp Mahkemesi’nde ‘31 Mart olayından’ yargılanarak beraat etmiştir.

Dolayısıyla tarih araştırmacılarının bize göre, bilerek gözardı ettiği Said Nursî; tarihî bulgular için bizim açımızdan son derece önemli bir şahsiyettir.

Said Nursî’nin 31 Mart ile ilgili bütün beyanları, Divan-ı Harp Mahkemesi’nde yaptığı savunmayla kitaplaştırdığı ‘Divan-ı Harb-i Örfi’ isimli eserinde mevcuttur. Ayrıca Doğu bölgesindeki aşiretler arasında kendisine sorulan sorularda da zaman zaman 31 Mart’a atıfta bulunduğundan oradan da bilgi sahibi olabiliyoruz.

Binaenaleyh, Sultan Abdulhamid’in II. Meşrutiyet Dönemini ve o dönemde vukua gelen olaylar zincirini, kuruluşları, kurumları, faaliyetleri gün yüzüne çıkarmak isteyenlerin başvuracakları bana göre en temel kişilik ve kaynak Bediüzzaman’dır.

Zira tarih araştırmacılarının kaydettiğine göre; bu dönemle ve 31 Mart’ la ilgili Said Nursî’nin değindiği bazı konulara hiçbir kaynakta rastlanılmamıştır.

Bediüzzaman; 31 Mart’ın yedi sebebini sayar.

Bunlar:

1- Gösteriye, olaylara karışanların yüzde doksanı İttihat Terakki Cemiyeti’nin (İTC) baskı, istibdat ve tahakkümüne karşı çıkan ve İTC aleyhinde olanlardı.

2- STK’ların aralarında anlaşamadığı birkaç tane vekil veya bakanın görevden azillerini istemekti.

3- Sultan Abdülhamid’i sahiplenmek ve onu makamından düşürmemekti.

4- Askeriye içerisinde, dinî örf aleyhine konuşulmasını men etmekti.

5- Hasan Fehmi cinayetinin zanlısının ortaya çıkarılmasını istemekti.

6- Ordudan atılan zabitanın tekrar görevlerine avdetini sağlamaktı.

7- Kısas ve el kesme cezalarının uygulanmasını istemekti. (Avamın dinden anladığı da zaten buydu.)

Burada Bediüzzaman, çok önemli bir tespiti gündeme taşıyor:

Ve bu tespitler başka kaynaklarda geçmiyor.

Aynen şöyle der:

“Fakat zemin bataklık ve dâm ve plan serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi.’’

Devam ediyor:

‘’Elhasıl: sekiz dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaasıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyon fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeiler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hadisenin istidad-ı tabisi, hercümerc ve müdahale-i ecnebi iken; min indillah, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervah-ı habise ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mucize daha gösterdi.’’5

Bediüzzaman’a ait olan bu veciz cümlelerde; Meşrutiyet algısını, kavramını, yönetimini nasıl katlettiğimizin resmi vardır.

Bu veciz cümlelerde; 31 Mart Hadisesi’nin nasıl meydana geldiğinin ve 31 Mart‘a nasıl zemin hazırlandığının işaretleri ve sebepleri vardır.

Bu hadisede Said Nursî’yi korkutan; yabancı bir işgalin yaşanmamasının gerekçesi; ‘şeriatın bir mucizesidir’ tespiti gerçekten anlamlıdır.

Bu söylemle birlikte, üç gün sonra şerirli kişilikler ve ruhlar tekrar rücu ettiler, yuvalarına döndüler diyor, Bediüzzaman.

Meydanlarda sükunet sağlanmakla birlikte, çıktığı Selanik’e rücu etmeyen bir Hareket Ordusu var.

Biz, Bediüzzaman üzerinden olayları okumaya ve büyük resmi çekmeye gayret edeceğiz.

23 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin ilanıyla birlikte onlarca gazete yayın hayatın atıldı.

Hemen hemen her gazete, bir grubu, bir fikri, bir topluluğu temsil ediyor görüntüsü veriyordu. Ve bunların hepsi de meşrutiyeti ve hürriyeti savunuyordu.

33 sene süren bir istibdattan sonra gelen bu hürriyet havası, adeta bir baş dönmesi yaşattı.

Meşrutiyet öncesi hürriyete aşırı bir özlem ve düşkünlük vardı.

Namık Kemal’in Hürriyet kasidesini hatırlayın:

‘Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet./ Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.’ diye başlayan şiirler yazılıyordu.

Bediüzzaaman’ın Hürriyet’e Hitabı’nı hatırlayın:

Bu hitap sanki hürriyetin, sanki meşrutiyetin manifestosu gibidir:

‘’Ey Hürriyet-i Şer’i! Öyle müthiş ve fakat güzel müjdeli bir sada ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık.’’

Şark’ta aşiretleri gezerken, Bediüzzaman’a soruyorlardı:

‘’Ey Seyda İstanbul’a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?’’

“Müjde getirdim. Size cemi kuvvetimle bütün kuvvetimle, yalnız Kürdistan’a değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslam’ın, lasiyyema Osmanilerin, bahusus Ekradın saadetinin fecr-i sadıkının geldiğini, hatta Başid başında görüyorum.’’ 6 diyordu.

‘’Toplumun meşrutiyet özlemi o kadar güçlüydü ki, özgürlük romantizmine kapılan Şair Eşref bile Meclis açılsın da, içine kim dolarsa dolsun istiyordu:

“Var bize lüzumu meclis-i mebusanın

İçine dahil olanlar ne olursa olsun

Doksan Üç Vak’asını eylemesin tanzir

İsterse yüzde doksan üçü eşşekle dolsun.’’ 7

Hürriyet ve Meşrutiyet böyle bir şeydi. Böylesine heyecana sebep oluyordu.

Fırkalar teşkilatlarına fedai yazıyor, bu fedai olayı özellikle İTC için geçerlidir. Bu fedailer bildiğiniz fedai. Belki de ileride tetikçilik bile yapabilirler.8
II. Meşrutiyetin ilanında en büyük pay şüphesiz ki, İttihat Terakki’ye aittir. Ve İTC’nin de kurumlar ve kamu üzerinde sürekli artan bir baskısı söz konusudur.

Buna örnek verelim:

Bakın Meşrutiyet’ten sonra kurulan üç tane hükümet var. ( Küçük) Sait Paşa Hükümeti (22 Temmuz-5 Ağustos 1908); Kıbrıslı Kâmil Paşa Hükümeti. ( 5 Ağustos 1908-14 Şubat 1909); Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti. (14 Şubat 1909-13 Nisan1909)

‘’ İTC, Sait Paşa hükümetine sıcak bakmadı. Bu nedenle 3 Ağustos 1908’de hükümet istifa etti. Hükümeti oluşturma görevi Said Paşa’dan daha liberal olarak tanınan Kâmil Paşaya verildi.’’9

‘’Kâmil Paşa’nın Meclis-i Mebusan’dan daha çok Padişaha karşı sorumlu olduğu izlenimi verici tavır ve davranışları, İTC ve Meclis-i Mebusan’ın haberi olmaksızın Padişahın isteği doğrultusunda hükümette değişiklikler yapması, İTC tarafından dolayısıyla da Meclis-i Mebusan’ca hoş karşılanmadı. 207 Mebustan 196’sının güvensizlik oyuyla Kâmil Paşa hükümeti Meclis-i Mebusan’daki siyasi gücünü yitirdi. Kâmil Paşa’nın Sadrazamlıktan alınması üzerine yeni hükümeti oluşturma görevi Hüseyin Hilmi Paşa’ya veridi.’’10

Hüseyin Hilmi hükümeti de 31 Mart olayları başlayınca istifa etti. Yerine Tevfik Paşa hükümeti kuruldu. Sonra, olayların ilerleyen safhasında Hareket Ordusu marifetiyle Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti kurmak üzere tekrar görevlendirildi.

Görüldüğü üzere buraya kadar atanan Sadrazamlar da, kurulan hükümetler de etkili olan İTC’ dir.

Bu hal; inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümü değil midir?

Bu davranışlarda, demek ki o gün; 31 Mart’ı hazırlayan argümanlardan birisidir.

Hatta; Bediüzzaman kendisine sorulan bir suale verdiği cevapta: ‘’Nokta-i nazar hükümetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükümet muhal-i adidir. Ben böyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi, Allah etmesin bin sene yaşayacak olsa adeta mümkün hükümetin hangi suretini görse hülya ile razı olmayacak. İstedikleri şey muhal olduğundan, neticesi ihtilal ve fesattır.’ 11 diyecektir.

Ayrıca: ‘’Dönemi ele alan bütün yazar-araştırmacılar İTC’nin demokratik bir yapı sergilemediği noktasında birleşmektedirler. İttihat ve Terakki Cemiyeti eski rejimin tüm alışkanlıklarını sergilemeye devam etmiş, iktidarda görünmemekle birlikte sürekli olarak iktidara ve toplum hayatına -zaman zaman hukuk dışı yollarla- müdahale etmiştir. Sadrazamın yetkisi dahilinde olan bir atamanın bile kendilerine danışılmadan yapılmasını Cemiyet aleyhine telakki edecek derecede ileri gidebilmişlerdir. Ahmet Rıza anılarında şu şekilde belirtiyor: “Meclis-i Mebusan’ın açılışından sonra, ülkede gizli ve devlet sorumluluğu olmayan bir gücün varlığından yakınılmaya başlandı.’’12

Bediüzzaman’a göre bir yanlış daha yapılmıştır:

“Hürriyet, özgürlük rüzgârları; itaatin şart olduğu askeriyede, üst amire itaatin olmazlardan biri olduğu halde, hürriyet havası askeri efrada da sirayet ederek, askeriyede hiyerarşiyi bozmuştur. Bu şu demektir: Ordu kademelerindeki başı bozuk çavuşlar bile 31 Mart olayları sırasında komutanlarına karşı gelerek oları esir almışlardır. Ayrıca; dine muhalif zannedilen bir takım usul ve davranışlar veya kisveler de dikkatsizce fütursuzca efrada telkin edilmekle askeri yapı iyice bozulmuştur.”

Buraya kadar Bediüzzaman’ın tasvir ettiği zemin böyledir. Hal ve vaziyet budur. Bediüzzaman ortamın tasvirini fevkalade yaptıktan sonra şimdi de bu ortamda yapılanları nazara veriyor:

Ortam bu halde iken; piyasa yapanlar kim?

Bediüzzaman iyi ki varsın sen. İyi ki oradaydın sen.

İstibdat yanlıları, hem cahil, hem mutaaassıp olanlar, cahil mutaassıplar, tahkik ehli olmayan hurafevari İsrailiyatla dolu, din zannedilen, dini mefhumların yerine konan anlayış, düşünce, görüş sahipleri ve bağnaz, tutucu tipler; dinde hassas davranır ama akli muhakemeden yetersiz karakterler. Ne demek bu? Bu şu demek. Şeriat isteriz der ama şeriatın ne olduğunu bilmez. Şeriat adına ortalığı yakar yıkar ama bilmez ki, şeriat haksız yere cana kıyan bütün insanlığa kıymış demektir, der. Bütün bu karakterler piyasaya çıktı ve bataklıkta kendilerince, kendi fikirlerince iyilik tohumları ekmeye başladılar. Eteklerinde ne varsa, heybelerinde ne varsa, olanı piyasaya sürdüler. Az önce gördük ki etekleride olan ekilirse sonuç facia olurdu. Nitekim öyle de oldu.

Sonuç; Yine Bediüzzaman’ın tespiti: Devletin tüm siyaseti cahillerin elinde kaldı. Bir milyon fişek sıkıldı. Dahili ve harici, şerli parmaklar karışmasıyla birlikte ortalık anarşistlik halini aldı.

Bediüzzaman açısından, işte 31 Mart’ın şerhi bu. Bize düşen, size düşen, araştırmacılara düşen, bu ip uçlarından yola çıkarak, hadiseleri yerli yerine oturtmaktır.

Bu arada Bediüzzaman; çok korkunç olan bir şeyin endişesini de dile getiriyor. Böyle her şey herc ü merc olmuş, her şey alt üst olmuş, asayiş ber hava olmuş, ortalık anarşiden geçilmiyor. Böyle bir atmosferde beklenen nedir? -Allah korusun- Yabancı bir müdahale. Yabancı bir işgal. Korkunç olan budur. Bunun işaretleri var mıydı acaba? Perde gerisinde bir takım güçler görünmekle birlikte, şu ana kadar bu ihtimal üzerinde duran bir araştırmacı olmamıştır.

Bu korkunç manzarayı ve korkulacak işgali önleyen bir kavramdan, bir duruştan söz eder Bediüzzaman. Oda ağızlardan çıkan, ‘Mukaddes Şeriat’ lafzıdır.

Bu mübarek, bu mukaddes ism-i şeriat, 13 asır sonra bir mucize daha göstermiştir. Osmanlıyı, ahaliyi, milleti olabilecek en korkunç gaileden, mucize vari kurtarmış ve olaylar, o noktaya gelmeden sükunet sağlanmıştır.

Bakın 31 Mart’ın canlı şahidi olan Bediüzzaman’ın şu aktaracağım ifadeleri hiç bir araştırmada yer almaz:

‘’Ben 31 Mart hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslamiyet’in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeraite tatbik edip ehl-i hükümeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra; sağını solundan fark edemeyenler-haşa-şeriatı istibdata müsait zannederek tuti kuşları taklidi gibi ‘’ Şeriat isteriz’’ demekle, hakiki maksat ortalıkta anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i siyah!’’13

“Şeriat isteriz!” diye sokakları allak bullak ederek, anarşi çıkaranlar ve anarşiye zemin hazırlayanların maksatları neydi? Gerçekte ne istiyorlardı? Dillerinde ne vardı?

Ne istedikleri anlaşılmadı. Maksatları anlaşılmadı. Acabaaa. Acaba maksadın anlaşılmaması için mi birileri, sokağa dökmüştü bu insanları? Anlaşılmazlık mı isteniyordu? Bunu kimler istiyordu?

Çünkü Bediüzzaman, planlar serilmişti, diyor. Hazırlanan planlar tıkır tıkır işliyor muydu yoksa? Ve hamiyet maskesini takınanlar piyasaya sürüldü veya çıktı veya çıkarıldı. Siyah bir nokta olarak kalmaya devam ediyor. Bunların arkasındaki güç kimdi veya kimlerdi?

Hem sokakta şeriat isteriz diye hiyerarşiyi allak bullak edenlerin; hem de padişahı kurtarmaya, meşrûtiyeti yaşatmaya geliyoruz diyen Hareket Ordusu’nun; tam tersine padişahı indirerek, şeriat isteriz diyenleri sehpalarda sallandırmasının arkasında kimler vardı?

“Elhasıl, hür zeminlerde eşit şartlarda bu 31 Mart tartışılmalıdır” diyorum.

Hakim zihniyetin, hakim gücün tesirinin dışında; ideolojik kalıpların dışında; eşit şartlarda, ön yargısız olarak, hür ortamda, 31 Mart’ın tartışılması gerekir. Sadece 31 Mart’ın değil, bütün ihtilâllerin tartışılması ve yargılanması gerekir. Ki, yenileri olmasın, yenileri yaşanmasın.

Anlaşılan odur ki;

31 Mart; 33 sene süren bir istibdattan sonra ilân edilen Hürriyet ve Meşrûtiyetin baş dönmesidir. Kendinden geçme halidir.

Sonra herkesin kafasında farklı bir meşrûtiyet, farklı bir hürriyet anlayışı söz konusudur.

Arab’ı, Kürd’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Arnavud’u; hakim unsur Türk’ü ile birlikte hürriyet ve meşrûtiyet sevdalıları, İTC içerisinde toplanmıştı.

İTC farklı bir yapıya sahipti. Liberal, Osmanlıcı, İslâmcı, Saltanatçı, Cumhuriyetçi, Sosyalist, Türkçü her kesimden, her görüşten kimseler var içerisinde. Hepsi de istibdata karşı, hepsi de hürriyetçi. Ama ortak kabul gören ve olgunlaşan bir hürriyet ve meşrûtiyet tasavvuru söz konusu değildi.

Zaten Bediüzzaman gibi düşünen kalem ve kelâm sahibi zatlar bir elin parmaklarını geçmiyordu. Artı, Bediüzzaman kadar, hem dine hem sosyal sahaya hakim başka bir ulema da, fikir erbabı da söz konusu değildi zaten.

‘’31Mart olayı, sevinci kursaklarda bırakan ve verilen ilâcı kabul etmeyen bünyenin kusmasıdır.’’14 diyor tarihçi ve bir şey daha söylüyor hem de çok önemli bir şey:

‘’Cemaat-aşiret kümelerinin zihinsel arka planında demokrasi bilinci hiçbir zaman yeşermemiştir.’’15

Bunu üzerimize alalım mı?

Bence alalım. Hem de çok çok alalım.

Hürriyet, özgürlük, hür düşünce, hürce konuşma isteyen bir toplum mu var; yoksa statükocu bir zihniyet mi hakim?

Benim görevim sorgulamak, yargılamak, ağzımı açmak değil; benim görevim itaat etmektir.

Anlayış bu. Zihniyet bu ise şayet hiçbir ihtilâl yargılanamaz ve sonuca bağlanamaz.

Tarihçiler Bediüzzaman’ın dört özelliğini ön plana çıkarırlar:

Düşünceleri, kıyafeti, cesareti ve zekâsı. Ve ayrıca kendine has düşünce sistematiği ile, her şeyi din yani şeriat potası içerisinde eritme özelliğine vurgu yaparlar ki, son derece haklıdırlar.

Şu tarihî notları düşerek yazımızı sonlandıralım:

13 Nisan 1909’da olaylar başladı. (31 Mart 1325) Olaylar iki-üç gün sürdü. 13-14 Nisan ayaklanmanın en yoğun yaşandığı günler olarak tarihe geçti. 15-16 Nisan’da sokaklarda kimse yoktu.

16 Nisan’da Bediüzzaman Harbiye Nezareti’nde bab-ı seraskeri isyan eden sekiz taburu itaate getiren konuşmalar yaptı. (Bu nokta benim açımdan tam aydınlığa kavuşturulamamıştır. Sebebi de hadisenin birinci günü Bediüzzaman meydana vardığını, kargaşayı gördüğünü, nasihatın tesirsiz kalacağını müşahade ettiğinden dolayı, meydandan ayrılarak Bakırköy taraflarına gittiğini, yolda giderken de rastladığı herkese, ‘olaylara karışmayın’ nasihatı yaptığını kendisi söylüyor. Ama aynı Bediüzzaman; 31 Mart’ ta isyan eden sekiz taburu itaate getirdiğini de kendisi söylüyor. Sadece burada; bana göre, verilen tarihte hata olabilir. Zira 16’sında zaten olaylar sona ermişti.)

19 Nisan’da Hareket Ordusu Yeşilköy’e (Ayastefanos) konuşlandı. 20 Nisan’da, Bakırköy’e geldi. Bu arada Bediüzzaman 17-18 Nisan’da İstanbul’dan ayrıldı.

30 Nisan’da Bediüzzaman İzmit taraflarında tutuklandı.

1 Mayıs tarihli Ceride-i Sofiye Gazetesi:

‘’İttihad-ı Muhammedi azasından bulunan Kürt Hoca denmekle maruf (tanınan) Bediüzzaman Said dün İzmit’te tevkif edilerek şimendiferle Dersaadet’e gönderilmiş ve Daire-i Harbiye’ye izam kılınmıştır.’’ diye bir haber yapıyordu.

Bediüzzaman burada askerî ve siyasî tutukluların kaldığı Bekir Ağa bölüğüne konuldu. İkinci tahkik heyetine sevk edildi. İkinci Tahkik Heyeti de sorgudan sonra, 22 Mayıs’ta Divan-ı Harbe sevk etti.

Divan-ı Harp, Bediüzzaman’ı ne ile suçladı? İrtica ile.

Elimizde şu ana kadar başka bir bilgi söz konusu değil.

22-23-24 Mayıs’ta Divan-ı Harp’te yargılandı ve beraat ederek tahliye oldu.

Ve 30 Mayıs’ta İstanbul’dan ayrıldı.

Savunmasının sonunda geçen cümleye hiçbir tarih araştırmacısı henüz yer vermiş değildir:

‘’Eğer ulvî mesuliyetler, yüce gayeler ve bir de hadiselerin yarın ne getireceği belli olmasaydı, nefsimin benden istediklerini yerine getirirdim ki, çocukluktan beri takip ettiğim gayem budur. Söyleyeceğim bazı şeyleri gizliyorum. Çünkü söylersem, sulh için bir zemin bırakmamış olurum.’’16

Said Nursî’nin söylemediği, gizlediği şey neydi? O nasıl bir şeydi ki, söylendiği zaman sulh ortadan kalkardı? Barış zemini yok olurdu?

31 Mart’ın bir yönü de bu olsa gerek. Belki de en önemli yönü.

Anlaşılan; Bediüzzaman 31 Mart’la ilgili çok şey biliyor ve çok şey söylüyor. Ve söylediklerinin arka planını araştıracak araştırmacılara da çok iş düşüyor.

Dipnotlar:
1-Osman Selim Kocahanoğlu.31 Martayaklanması ve Sultan Abdülhamit.Temel yay.s.16
2-Sadi Borak. 31 Mart vakasının çeşitli yorumlara göre nedenleriyle önünde ve arkasında olanlar. Atatürk Araştırma Merkezi
3-age
4-Armaoğlu.s.610
5-Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, YAN. s. 45
6-Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, YAN. s. 20
7-Osman Selim Kocahanoğlu, 31 Mart Ayaklanması ve Sultan Abdülhamid, Temel Yay., s.17
8- İTC’nin Jitemi, 99.bölük, Musa Kesler, milliyet.com.tr., 01.02.2015
9- Doç. Dr. İhsan Güneş, II.Meşrutiyet Dönemi Hükümet Programları (1908-1918) Fen-Edb. Fak. Tarih Bl. Öğretim Üyesi
10- a.g.e.
11- Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, YAN s.51
12- Şenol Kaluç, Osmanlı Ahrar Fırkasının Kuruluşu Faaliyetleri ve Sonu, Kış-Bahar 2009, sayı:53-54, s.177-213
13- Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, YAN. s.83
14- Osman Selim Kocahanoğlu, 31 Mart Ayaklanması ve Sultan Abdülhamid, Temel yay. s.13.
15- a.g.e.
16- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, YAN. s. 54.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*