Zaman cemaat zamanıdır

“ZAMAN CEMAAT ZAMANIDIR” İFADESİNİ ESERLERİNDE DEFAATLE TEKRARLAYAN BEDİÜZZAMAN SAİD NURSî, İNSANLARDAKİ CEMAATLEŞME İHTİYACININ NEREDEN KAYNAKLANDIĞINI SOSYAL VE PSİKOLOJİK GEREKÇELERLE GENİŞ VE DETAYLI BİR ŞEKİLDE AÇIKLIYOR.

CEMAATLEŞME İHTİYACI

Son dönemlerin en önemli gündem maddelerinden biri olan cemaatler konusuna insan fıtratı ile toplum gerçeklerini dikkate alan bilimsel bir yaklaşımla bakılsa görülecek ki, cemaatleşme insanî ve toplumsal bir ihtiyaç.
“Zaman cemaat zamanıdır” ifadesini defaatle tekrarlayan Bediüzzaman, bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını sosyal ve psikolojik gerekçelerle açıklıyor. Hem de mahkeme müdafaalarında.
İlginç örneklerinden biri Denizli mahkemesine verdiği “Son sözün bir kısmı” metninde.
Orada cemaatleşme için şu nitelemeler var:
Sosyal hayatın bir temel taşı.
İnsan fıtratının zarurî bir ihtiyacı.
Aileden kabile, millet, İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta.
Her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği “medar-ı zarar ve hayret” hallere; insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni maddî ve manevî sebeplerin hücumlarına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı tesellî.
Dostluk, kardeşane cemaat ve toplanmak.
Samimane uhrevî cemiyet ve kardeşlik.
Hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde halis dostluk ve hakikat yolunda arkadaşlık.
Vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı, siyasî cephesi bulunmayan bir tesanüd…
Bütün bu tanımlamaları “Risale-i Nur talebelerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i imanda toplanmaları” için dile getiren Bediüzzaman, bu birlikteliğe “siyasî cemiyet” namı verenleri ağır bir dille eleştiriyor. (Tarihçe-i Hayat, s. 639-40)
Said Nursî, Afyon mahkemesindeki müdafaasında da “Biz bir cemaatiz” dedikten sonra, yukarıdaki nitelemeleri tamamlayan bir çerçeve çiziyor:
“Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.” (a.g.e., s. 853)
(Buradaki “idam-ı ebedî” ve “haps-i münferid’ ifadelerinin özlü bir izahı Sözler’de: “Kabir, ahirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı ebedî kapısı, darağacı;” “ahireti tasdik eden, fakat sefahat ve dalâlette gidenlere, tecrit içinde, yalnız başına bir hapis kapısı.” {s. 232})
Görüldüğü gibi, Said Nursî’nin cemaat tariflerinde hiçbir şekilde siyaset veya ideoloji yok.
Tamamen iman ve ahiret eksenli bir beraberlik var ve bu anlamdaki cemaatleşmenin dünyevî neticeleri ise toplumu anarşi, serserilik gibi zararlı neticelerden korumak; huzuru, kardeşliği, dayanışmayı ahengi sağlamak; hayatın güçlüklerine karşı bir dayanma noktası olmak, moral ve tesellî alışverişinde bulunmak gibi tümüyle pozitif kazanımlar.
Ve bu birliktelikte ayrılıkçılığın zerresi yok.
“Öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve ‘Mü’minler ancak kardeştir’ kudsî programıyla birbirlerinin yardımına duâlarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar” (Tarihçe, s. 614) sözleri bunun ifadesi.

«««

DOSTSUZ ZAMANDA CEMAAT DESTEĞİ

Cemaat mensubiyeti aynı zamanda samimî bir dostluk ve arkadaşlık ilişkisi, şahsî çıkarlar yerine fedakârlığı öne çıkarmak, tenkitçi değil, takdir edici yoldaş olmak anlamına geliyor.
Bireyi güçlendirelim derken kişiyi gönüllü bir tecrit ve yalnızlığa sürükleyen aşırı bireyselleşme modasının “samimî dost” ihtiyacını daha kuvvetli bir şekilde hissettirdiğini hatırlayarak, Bediüzzaman’ın şu sözlerini de bu bağlamda okuyalım:
“Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevaline (sona ermesine) ve fena ve fânî, âkıbetsiz lezzetlerine ve firak ve iftirak (ayrılık) tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı tesellî, samimî dostlar ile görüşmektir.” (Şuâlar, s. 491)
Bu cümlenin yer aldığı mektupta Said nursî “bu acîb, dostsuz zaman” ifadesini de kullanıyor.
Zamanın sür’atli akışına paralel olarak ömürleri de hızla tükenen, etraflarındaki vefat veya hicretlerin sıklaşmasıyla ayrılık acıları çoğalıp tazelenen, kendilerini giderek derinleşen bir yalnızlığa sürükleniyor hisseden insanlar için, moral desteği alabilecekleri, duygularını paylaşarak tesellî bulabilecekleri samimî, vefadar, fedakâr dostların ne büyük bir ihtiyaç olduğu mâlûm.

Bediüzzaman’ın, yukarıdaki cümlesini aktardığımız mektubunu Denizli hapsinde yazmış olması ve Nur talebelerinin hapishanede cebren bir araya getirilmelerini dahi bu mânâda “dostların buluşması” olarak yorumlayıp müjdeli tesellî mesajları çıkarması, bu bakımdan özellikle ilginç.
Hele suçsuz yere hapse düşmenin yol açabileceği çok insanî bir psikoloji olan moral çöküntüsü yerine, işin bu cihetine vurgu yapan olumlu bir yorum, başlı başına örnek alınması ve psikoloji bilimince de tahlili gereken bir güzellik.
Evlerinden alınıp, çoluk çocuklarından uzaklaştırılıp hapishanenin izbe ve kasvetli koğuşlarına tıkılan masum insanlara hitaben kaleme alınan şu cümledeki ferahlatıcı üslûba bakınız:
“Şimdi bu acîb, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir tesellî alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye (ekonomik kayıplar), ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz.” (a.g.e.)
Said Nursî’nin, jandarma ve polis kordonunda kelepçeli halde cezaevinden mahkemeye, mahkemeden cezaevine götürülüş manzaralarına bakarak “hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman yolunda bu asra meydan okuyan kahramanlar kafilesi” (a.g.e., s. 509) diye tavsif ettiği cefakâr saff-ı evvel Nur talebeleri için o günün şartlarında hapishaneler, hem bu mânâları yaşadıkları, hem de sair mahkûmlara iman dersi verdikleri buluşma zeminleri olmuştu.
Ve onlar cezaevlerinin alabildiğine boğucu ve bunaltıcı ortamında bile, aldıkları iman dersinin aydınlattığı gönülleriyle kenetlendiler; zorlu tazyik ve baskılara örnek bir tesanüdle dayandılar; karşılıklı olarak moral alıp moral verdiler; birbirlerini şefkat ve muhabbetle tesellî ettiler.
Böylece dehşetli zorluk ve engelleri, “en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeş”ler olarak aştılar.
Eskiyi hortlatma hevesleri arada bir nüksetse de, artık o devirler geride kaldı. Nur talebelerinin kendi iradeleri dışında getirildikleri hapishaneler, onlar için buluşma mekânı olmaktan çıktı.
Ama her gece dünyanın her yerinde hem eserlerin orijinalleri, hem de farklı dillerdeki tercümeleri ile yapılan nur sohbetleri başta olmak üzere ihdas edilen sayısız buluşma vesileleri, ebedî dostluk halkaları oluşturarak sürekli genişliyor.

«««

CEMAATTE FERDİYET

Said Nursî, son çağın en büyük İslâmî cemaatinin manevî önderi olarak, cemaat-birey ilişkilerine de ışık tutan ölçüler veriyor.
Bu babda öncelikle, genel anlamda cemaat dayanışmasının zaruretini vurgulayan “Zaman cemaat zamanıdır” tesbitinin altını çizmeliyiz.
Ama burada sözü edilen “cemaat” kavramını, hedefi aynı, ancak iç yapısıyla çalışma alanları ve metodları farklı sair hizmet ekollerini dışlayan dar bir çerçeveye hapsetmemek lâzım.
Zaten zamanın neden cemaat zamanı olduğunu izah sadedinde ifade edilen “Çünkü ehl-i dalâlet cemaat halinde taarruz ediyor” gerekçesi de, bu daraltıcı yorumu baştan çürütüyor.
Ve Bediüzzaman’ın, bütün mü’minleri içine alan ittihad-ı İslâm tarifi, bu kapsamda bütün cemaatleri kucaklıyor. Yeter ki, temel prensiplerde birleşsinler ve birbirlerinin hizmetlerini samimiyetle tamamlama niyetiyle hareket etsinler.
Cemaat içinde bireyin konumuna gelince:
Evvelâ, cemaatin, sıradan ve vasıfsız insanların birlikteliği olmadığına, tam tersine cemaati oluşturan her bir ferdin “insan-ı kâmil” olarak ifade edilen modele uygun ahlâkî faziletlerle donanmayı hedef edinmiş ve buna ilâveten Allah’ın kendisine verdiği meziyet ve kabiliyetleri ortak hedefe hizmet için vakfetmiş insanlar olduklarına dikkat etmemiz gerekiyor.
Gerçek şu ki, yeryüzünde Yaratıcının halifesi olma istidadına sahip kılındığının şuuruna varmış bir insan, cemaat içerisindeki varlığını da bu şuurla konumlandırır ve cemaat bu şuuru paylaşan insanların gönüllü beraberliği olarak ayrı ve derin bir anlam kazanır.
Said Nursî, “Cenâb-ı Hak insanı pek acîb bir terkipte halk etmiştir” dedikten sonra bu terkibin özelliklerinden birini “Cemaat içinde ferdiyeti vardır” (Mesnevî-i Nuriye, s. 75) ifadesiyle dile getirirken bu mânâya işaret ediyor.
“Cemaat içinde ferdiyet” kavramı, cemaat bireylerinin müstakil kimliklerine vurgu yaparken, “Allah’tan başka hiçbir şeye boyun eğmeme ve Onun yarattıklarının hiçbirine tahakküm etmeme” ölçüsü cemaat-birey ilişkisini de düzenleyen esaslardan biri olarak öne çıkıyor.
Zaten cemaatler, ortak birlikteliğin ya da o bünye içinde merkezî bir otoritenin cemaat mensuplarına veya bireylerin birbirlerine tahakküm etmesi için değil, hayatını Allah rızasını kazanma hedefine vakfetmiş insanların bu gaye için ihlâsla—ve bazı hizmetlerde İlâhî bir istihdam ve tavzifle—bir araya gelerek pozitif enerjilerini birleştirdikleri manevî oluşumlardır.
Bediüzzaman’ın İhlâs Risalesi’nde “Mesleğimiz haliliye olduğu için meşrebimiz hıllettir” dedikten sonra “hıllet,” yani dostluk meşrebini anlatırken kullandığı “en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeş” vasıfları (Lem’alar, s. 166), böyle bir cemaat mânâsı içinde hayat bulur.
Cemaat olarak yapılan hizmetlerin, hakkı verilerek gerçekleştirilen istişarelere göre yürütülmesi de bu mânâlara ayrı bir kuvvet verir.
Bütün bunların ortaya çıkardığı netice ise şu:
Bu ölçülerin lâyıkıyla yaşandığı bir cemaat ortamında bireyin tahakkümle baskı altına alınıp ezilmesi gibi bir durum kesinlikle söz konusu olamaz. Zira o prensipler buna izin vermez.
Burada bütün mesele, cemaatlerin de, mensuplarının da bu mânâların şuurunda olması.

CEMAAT VE BİREY

Bİreyİn karşı karşıya olduğu baskı unsurlarından birinin de “cemaat tazyiki” olduğuna dair iddialar hayli zamandır seslendiriliyor.
Bu iddiaları geçersiz kılan detaylı ve inandırıcı izahlar Bediüzzaman’ın eserlerinde mevcut.
Söz gelişi, ideal olan adalet-i mahza prensibini anlatırken “Cemaatin selâmeti için fert feda edilmez” diyor Said Nursî (Mektubat, s. 57).
Gerekçesini de, “Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz” ölçü ve hakikatine dayandırıyor.
Bu, işin hukuka bakan önemli bir boyutu.
Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu bir başka boyut ise, bireyin, dahil olduğu cemaat, topluluk, aşiret içerisinde özellikle yukarıdan gelebilecek baskı ve tahakkümlere boyun eğmeyecek bir şahsiyet ve donanım kazanması.
Bilhassa Münâzarat isimli eserinde, bu açıdan son derece dikkat çekici diyaloglar var.
Bunlardan birinde, muhataplarına, kendilerine söylenen hiçbir şeye iyice tahkik edip araştırmadan inanmamalarını tavsiye ediyor:
“Kimse demez, ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” (s. 31)
“Neden hüsnüzannımıza suizan edersin?” diyen muhataplarının itirazına ise şu anlamlı cevabı veriyor:
“Hüsnüzannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsnüzan edebilirsiniz; delil ve âkıbete bakınız.”
Karşısındakiler “Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz” dediğinde de şu karşılığı veriyor.
“Gerçi cahilsiniz, fakat akıllısınız. Hangi birinizle üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil.” (s. 32)
İmanın verdiği izzet, şehamet ve cesaretin insana Allah’tan başka kimseye boyun eğmeme, yine iman kaynaklı şefkat hissinin de başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeme hasletlerini kazandırdığını söylediğinde ise muhataplarının şu sualiyle karşılaşıyor Bediüzzaman:
“Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz…” (s. 38)
Ve bu soruya şu anlamlı cevabı veriyor:
“Velâyetin (evliyalığın), şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevazu ve mahviyettir, tekebbür (büyüklenme) ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (şeyh taklidi yapan çocuktur), siz de büyük tanımayınız.”
Bu tavsiyelerin gereğini usulünce yerine getiren bireylerden oluşan bir toplulukta, cemaatin bireyi ezmesi gibi bir durum yaşanabilir mi?
Demek ki mesele, bireylerin bu şuura sahip olarak yetiştirilmesi. Önüne konulan herşeyi tahkik süzgecinden geçirdikten sonra kabul veya red melekesinin gelişmesi. Kimden gelirse gelsin ve ne şekilde yapılırsa yapılsın, tahakküme asla ve kat’a boyun eğmeme iradesinin sağlam bir karakter özelliği olarak yerleşmesi.
“Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” şuurundaki bireylerden oluşan bir şahs-ı manevî, tahakküm kaynağı olabilir mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*