Zaman ne de çabuk geçiyor…

“Ramazan, Ramazan bayramı” derken, onlar da gelip geçiverdi. Aslında gelip geçmeyen ne var ki şu fani dünyada? Hani, bir güzel ilâhide “dünya fani, bakiye hu!” diyor ya, işte aynen onun gibi, dünya ve içindeki herşey fani ve geçici. Baki olan, ancak Baki-i hakikî olan Cenâb-ı Hak’tır.

Aslında her yeni sene başladığında, bu gelip geçen zamanla hep münasebet kurmaya çalışmışımdır. Daha takvim yaprakları kalınken, henüz kopartılmaya başlanmamışken, insana önünde ne kadar çok zaman olduğu hissi gelebiliyor. “On iki ay nasıl geçecek, bir sene nasıl bitecek?” diye bazen kendi kendine de söylendiği olabiliyor insanın. Ama bir bakıyorsunuz, takvim yaprağı kopartılmaya başlandığı andan itibaren, zaman da sür’atle akmaya başlıyor. Ocak-Şubat derken, Temmuz-Ağustos geliveriyor ve bir de bakıyorsunuz, Kasım Aralık gelmiş. Geçmez denilen bir sene daha hemen geçivermiş, bitivermiş.

Peki; ne oluyoruz, ne olacağız, bütün bu işler ne, bunların hikmeti nedir? “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” suallerini de içinde taşıyan bu suali çözmek lâzım. İşte orada durmak, düşünmek lâzım. İnsanın ve kâinatın yaratılış hikmetinii bilen rahat ediyor, huzurla hayat sürüyor, huzur-u kalble bu dünyadan gelip geçiyor. Yoksa o suallerin cevabı bilinmediği zaman, dünyası zindan oluyor insanın. Bir eli yağda, bir eli balda da olsa, huzuru kaçıyor, psikolojisi bozuluyor. Depresyonlar, sıkıntılar, ilâçlar, ileriyi, ölümü düşünmemek için kendini uyutmalar, uyuşturucuya bağlı kalmaklar… Allah muhafaza…

Okulda okuyan talebe, tarlada çalışan çiftçi, işinde çalışan işçi, akşama kadar çalıştıktan sonra evine gelip istirahat ediyor, ama orası onun devamlı kalacağı bir yer değildir. Okul, istikbali, geleceği için zemin hazırlanan bir yer, tarla, mahsulün ekilip biçildiği ve gelecekte mahsulâtın neticesinin alınacağı bir yer. İşyerinde çalışan işçinin çalıştığı yer ise, zaten onun devamlı mekânı değil. Nafakasını kazanmak için, rahatla yaşamak için çalıştığı o işyeri onun devamlı kalacağı mekânı değildir.

Aynen bu misaller gibi, dünya hayatı da, devamlı kalınacak bir yer değildir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifadesiyle, “Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan ‘Darüsselâm’ menziline dâvetlisi olan mahlûkàtın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.” Yani, fani olan bu dünya, selamet yeri olan ve ebedî olarak huzurla kalınacak, yaşanacak bir yer olan cennet yurduna gidişte bir yolcu bekleme salonu gibidir. Tıpkı, otobüs veya uçak yolculuğu için beklediğimiz yolcu salonları gibi.

Bizi oraya dâvet eden zat, bu işlerin öyle olmasını istemiştir. Rabbimiz ”Ben insanları, Beni tanısın, Bana kulluk yapsın, ibadet yapsın diye yarattım” demiyor mu? Basit bir çamur parçasından, bir damla sudan yaratılan insan, onu yaratan Rabbine dikleşir, dik kafalılık yapar, isyan eder, küfür âleminin bir ferdi olursa ne olur? Basit bir dünya işinde dâhi, meselâ birisi, işlerini gördürmek için bir robot yapsa ve o robot, kendisini yapan ustanın sözünü dinlemeyip isyan etse, emrine karşı çıksa ne olur? Onun yapılış gayesine uygun olmayan o hareketinden dolayı o usta, o robotu hemen parçalar, darma dağın eder değil mi? Ama Rabbimiz insana öyle yapmıyor. Onun eline Kur’ân gibi bir harita veriyor, Peygamberler (aleyhimusselâm) gibi rehberler veriyor ve hayatta; ne yapacağını, nasıl davranacağını, ne yaparsa iyi, ne yaparsa kötü olacağını bildiriyor. Yine de isyanda devam ederse, robot ustası gibi hemen anında onu parçalamıyor, kahretmiyor, “müddet veriyor” belki düzelir diye. O da Rabbimizin kullarına rahmetinin bir tezahürü tabiî.

Bir talebe; istikbalini, geleceğini daha iyi geçirebilmek, kazanabilmek için gittiği okulunda ders çalışmaz, haylazlık yapar, “vur patlasın-çal oynasın” havasında giderse, netice ne olur? Elbette, herkes okulu bitirip giderken, o hâlâ orada kalır veya “arka kapıdan mezun olur” tabiriyle, istenen neticeyi alamadığı için üzülür, pişman ve perişan olur. İşte bizler de ileride pişman ve perişan olmamak, “keşke” dememek, keşkenin en dehşetlisi olan “keşke toprak olaydım da bu azabı görmeyeydim!” dememek için, aklımızı başımıza almalıyız. Kur’ân’ı dinlemeliyiz. Onun nuruyla nurlanmalıyız. Hassaten, özellikle de onun bu asırdaki nurunu yansıtan, anlatan Risale-i Nurları okuyarak, bütün müşkillerimizi, zorluklarımızı, “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” suallerinin cevabını bularak rahat etmeliyiz. Huzur-u kalble bu dünyadan göçüp gitmeliyiz. Bu dünyadayken kendimizi ayarlayıp, nefis ve şeytanın tuzağına düşmeden, cennete ehil bir hâle gelmeliyiz İnşâallah! Cenâb-ı Hak, hepimizi o hâl ile hâllenenlerden eylesin İnşâallah!                                                                   

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*