Zelzelelere denk bir felakette beraat

Yeni Asya International’da yayınlanan “Zelzelelere denk bir felaket” başlıklı yazı sebebiyle TCK 216. maddeden Bağcılar Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanan eski Yazıişleri Müdürümüz Mustafa Döküler beraat etti.

İstanbul DGM Savcılığının 27.9.2000 tarih ve 2000/1973 sayılı yazısı ile, Yeni Asya International gazetesinin 29 Eylül-5 Ekim 2000 tarihli son sayısında “halkın ırk ve din farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik edildiği” iddia edilerek, söz konusu gazete hakkında toplatma kararı verilmesi talep edildi ve Savcılığın talebi İstanbul 4 no’lu DGM Nöbetçi Hakimi tarafından yerinde görüldüğünden, gazetenin toplatılmasına karar verildi. Karar, önceki gün akşam saatlerinde tebliğ edildi. Karara gerekçe olarak gösterilen, Şükrü Bulut imzalı ve “Zelzeleye denk bir felâket” başlıklı yazıda, bir süredir ülkede yaşanan haksız uygulamalar eleştirilirken, okuyucular “dua”ya çağrılıyor; “Artık dua mevsimi. ‘Fiilî dua’yı yapamamış olmanın getirdiği ümitsizliği bertaraf ederek kalben ve lisanen duaya durma mevsimi” deniliyor. Böyle bir yazı sebebiyle toplatma kararı verilen Yeni Asya International’ın Türkiye içinde dağıtılmayıp yalnızca yurt dışındaki okuyuculara gönderiliyor olması ise, toplatma kararı ile yaşanan hukuk skandalının bir diğer boyutunu oluşturuyor.

İşte o yazı…

Zelzeleye denk bir felâket…

Oturduğunuz binanın depremle her gün beşik gibi sallandığını düşününüz.

Yumuşak yatağımızda yatabilir miyiz? Deprem gecenin saat 3`üne alışmışsa, gece yarılarını nasıl da bekleriz. Marmara zelzelesi zayiat bakımından tarihimizin en büyük zelzelesi kabul ediyor. Maddî hasarı ölçülemeyen bu felaketin can bedeli tam 30 bin. Bu bir mânevî vuruştu, celalli bir ihtizazdı…

Vurdu , geçti. Celal ile salladıkça musibetzedelerin dudaklarından “Yaratıcıya iman” döküldü. Şehitler defnedildi, yaralar sarılmaya çalışıyor. Burada bahsetmek istediyim başka bir zelzele var… Ardahan`dan Marmaris`e, Edirne`den Hakkari`ye ülkeyi kesintisiz sallayan, tahrip eden ve içinde feryad ü figanların yükseldiği bir diğer depremden söz etmek ıstıyorum. Çobanlık yapanlar iyi bilirler. Bir yamaca yaslanmış kayaların, taşların yerinden oynayıp derelere ve vadilere doğru yuvarlandığını dışarıdan seyretmek çocuklara zevk verebilir. Fakat yamaçlarda koyun kuzu güden çobanlara sormak lâzım felâketi…

Biz çobanız. İzmir`den Van`a Sinop`tan Antalya`ya kadar… Taşlar yüreğimize doğru yuvarlanıyor. Zira bu memleketin sahibi biziz. Bu memleketin sahipleri “ ilke ve inkılaplar “ ın arkasına sığınıp gününü gün edenler değil. Bu memleketin sahipleri mazlum ve masum yavrulara

“ Başörtüsü problemi yok. Yalnızca kanunları uyguluyoruz “ diyerek kalp ve vicdanların ne kadar taşlaşabileceğini gösterenler değil. Bu memleketin sahipleri “ Ya sev , ya ter ket “ safsatasının arkasına sığınıp, dayatmaz ve talan uygulamalarına payanda olduklarını ispat edenler değil. Bu ülkenin sahipleri, milletin bu beladan kurtulup hürriyetine kavuşması korkusuyla AB`ye var güçleriyle karşı koyanlar değil. Bu cennet vatanın sahipleri ; bir taraftan Kur`an kurslarını ve imam hatipleri kapatıp, diğer taraftan ezan okunduğunda konuşmasını takivye ile yarıda kesip dini siyasete alet edenler değil.

Bu vatanın sahipleri; din ve vicdan özgürlüklerine kelepçe vurulmuş, yalçın yaylalardan şehirlerin varoşlarına sürülmüş karın tokluğuna asgarî ücrete mahkum edilmiş, dindarlığından dolayı işinden olma psikolojisiyle aile huzurunu yitirmiş, yetiştirdiği mahsulden azınlığın ihanetiyle işçinin yevmiyesini çıkaramamış, “ askerlik ocağı mukaddestir “ idealiyle canını dişine takarak subay olduktan sonra Müslümanlığından dolayı hain muamelesine tâbi tutulmuş ve fikir özgürlüğü istedikleri için kalemleriyle birlikte demir parmaklıkların arasına kilitlenmiş milyonlardır.

Bu iddiaların müşahhas resimlerini görmek isteyenler Anadolu`nun nasıl cayır cayır yandığını seyretsinler.Düne kadar bir dönüm daha tarla, bir baş hayvan daha diye çırpınan milyonların, şehirlerin varoşlarına sefalet içinde toplandıklarını hepimiz biliyoruz. Yedirmekten büyük zevk alan misafirperver ve cömert Anadolu insanı büyük şehrin varoşunda “ dilenmeyi “ de bilmiyor.

Sosyal müesseseler “ çilehanelere “ dönmüş. Okulun, hastahanenin, hapishanenin, gümrüğün ve diğer resmi dairelerin kapıcıları birer delidumrul kesilmişler. Geçenden bir milyon, geçmeyenden yüz milyon. Tuvaletinden dış kapısına, çatısından çevre duvarlara kadar dökülüyor her yer…

Anadolu ile birlikte Anadolu insanının canı, malı, örfü, hürriyetleri, haysiyeti, iffet ve imanı da cayır cayır yanıyor. Şu satırlarda mübalağa sezenlerin zındıkanın nefesini içimize üfleyen medyayı dikkatle gözden geçirmelerini istirham ediyorum.

Bu caddenin çıkmaz bir sokak olduğu iddiasında değiliz. Ama yolumuzun ne kadar sarp, tehlikeli ve uçurumlarla örülü olduğunu belirtmemizde bir zarar var mı ?

Düne kadar “ güllük gülistanlık “ dedi bazı Müslümanlar şu halimize. Bugün yaklaşan “ kara bulutlardan “ ümitsizliğe kapılıyorlar.

Doğrusu: Ne dünkü hayaller, ne de bugün gördükleri doğru değildi. Ahir zamanın dehşetini Kur`an – ı Kerim ve hadis – i şerifler yüzlerce işarete haber verdikleri halde, biz nefsimizi okşayan “hayatı lezzeti ve güzel yaşama “ sapağına bilerek saptık. İstikbalimizde bizi bekleyen zorlu ve tehlikeli mücadeleden kaçındık. Kaçmamız bizi tehlikeden uzaklaştıracağına dehşetle yaklaştırdı. Üstelik yılandan ceylan yavrusu bekledik Postunu atmayan canavar kurtlardan, sahiplerine munis bekçi köpekleri edinmeye çalıştık. Bahçelerimizde sinsice uç veren zakkumlara “ İnşallah güldür “ diye kol ­­­– kanat gerdik. Gözlüğümüz yanlıştı. Basiretimiz kapanmıştı. Ne yılan ceylan doğurdu, ne kurtlarbekçilere dönüştü ve nihayet has bahçelerdeki güllerin yerini zakkumlar işgal etti. Bugün dünden de zorlaştı.

Yazımızda azınlıkta kalmış “ ehl – i basiret “ i kastetmiyoruz.onları tenzih ederiz. Fakat hüküm eksere göre verildiği gibi, musubetler de umumun hatasından kopup geliyor.

Tüm bu zelzeleler ve yangınlar içinde “ Davranın ! “ dediğimizde, milyonlarca ehl – iman dermansız kol ve bacaklarını gösterdiler. Bugün, o­nlara hala hareket ve cevelanda olan “ kalp ve dillerini “ gösteriyoruz. İçten ve samimi olduktan sonra, o­nlardan çıkacak “ duâ “ Cengizleri

tepe-taklak eder. Harran`dan Bağdat`a medeniyetleri yerle bir eden “sarsar“ ın önünü keser. Zalimin zulmüm hevesini kursağına iade eder.

Diyoruz`ki artık duâ mevsimi. “Fiili duâ“ yı yapamamış olmanın getirdii ümitsizliği bertaraf ederek “Kalben ve Lisanen” duâya durma mevsimi… Seksen – doksan senedir nifakına, cerbezesine, zulum ve istibdadına mâni olamadıklarımızı, şu üç aylardaki duâlarımızla “bertaraf” edebileceyimize inanıyoruz. Yeterki, duâmız hedefini bulsun.

Sağda-soldaki münafık zındıklar, Cibalilerle duâmızın hedefini saptırmasın. Bugün şeair-i İslamiyeye karşı mücadele edenlerle Haccac`ın , Yezid`in , Cengiz`in , Hülagu`nun , Mussolini`nin, Lenin ve Stalin`in farkı ne ? Bir ay boyunca Dicle`ye mürekkep akıtmakla, bir asır boyunca “Kur`ân`ı mengene içinde tutmaya” kalkışmanın mukayesesini buyrun siz yapın. Dicle belli bir zaman ve coğrafyada aktı. Fakat Kur`ân`a karşı yapılmak istenen “ihanet” zaman ve mekânın boyutlarını çoktan aştı. Müfsit aletler ne hâlî bir sahra, ne ücra bir köşe ve nede mahrem bir mekan bırakmaksızın vahşice imanımıza saldırıyorlar.

Fakat siz siz olun, “Kambur`un” kerametine aldanmayın. Yoksa mülhid zalimlerin sebep olduğu zelzeleyle kalan varımız da yıkılır ve yıkıntılar içinde Anadolu cayır cayır yanar. Basiretiniz en keskin şualardan daha keskincesine “Kur`ân`ın hasımlarını” bulsun. Kalbiniz ve Lisanınızdan çıkacak oklar hedefine isabet etsin.

Depremler gecenin 3`ünü severmiş. Fakat duâ için geceleri ve seheri beklemeye ne hacet… Zalim mülhidler gündüzü bize gece yaptıkzan sonra, daha gecemi aranır ?

Namaz sonlarınıda beklemiyelim. Bir serseri “mânevî kurşun” Bizi ikinci Namazdan edebilir. Mekânlarlada Sınırlandırmayalım duâlarımızı. Ne mescidi, ne de mescide dönüşen nurlu evleri beklemiyelim. Kalbini ve gönlünü Kur`ân`a vermişler için heryer mescid deyil miydi ? Hem cephede mescid mi aranırdı ? Bir cephede odaklanmış müstecab duâlarda buluşmak üzere Allah`a emanet olun.

Şükrü Bulut / Eylül 2001

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*