Zorluk ve engelleri aşmanın anahtarı: Sabır

Hizmetin önündeki engelleri ve hizmet esnasında karşılaşılan zorlukları aşmanın anahtarı, Yaratıcımızın bıze bahşettığı sabır kuvvetı. Üstadın, acûliyete karşı sIğInmamızı tavsiye ettiği siper olarak “Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı gerıde bırakın” mealındeki Âl-İ İmran Sûresi 200. âyetini göstermesi bundan.

Hizmet ve imtihan meydanı olan bu dünyada şevke binip yola çıkan hizmet ehli yeis engelini ümit kılıcıyla, kendisini başkalarından üstün görme duygusunu da “herşeyi Allah rızası için yapma” hakikatiyle bertaraf ettikten sonra ilerleyişini sürdürürken bir engelle daha karşı karşıya gelir: Acelecilik.

Bir an önce zorlukları aşma, sonuç alma ve fütuhat yapma aceleciliği, sebepler dünyası olarak tanzim edilen bu âlemde neticelerin tahakkuku için şart kılınan zincirleme halkaları ve teker teker çıkılması gereken basamakları bir seferde ve sür’atle atlama hırs ve telâşına kapılan himmetin ayağını kaydırır ve aşağı düşürüverir.

Oysa Yaratıcının varlık âlemine koyduğu kanun, herşeyin tedricî bir tekâmül süreci içinde gelişip mükemmele doğru gitmesini öngörür.

Bir anda, bir çırpıda mükemmele erişilmiyor.
Söz gelişi, tohumun filizlenip dal budak salması, yaprak ve çiçek açıp meyve vermesi, hem şartlarının tamamlanmasını, hem de belli bir zaman seyrinin yaşanmasını icab ettirmekte.

Tarlada bu safhalardan geçerek yetişen başakların ekmek haline gelmesi de, buğday tanelerinin değirmende öğütülerek un haline getirilmesi ve unun fırınlarda hamur yapılıp pişirilmesi gibi aşamalardan oluşan farklı bir kulvarda başka merhalelerin tamamlanmasına bağlı.

Bir diğer örnek, insanın ana rahmine düştüğü andan itibaren doğuncaya kadar ve sonrasında bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık dönemlerinden geçerek yaşadığı safahat.

Bunların hiçbiri bir anda olup bitmiyor. Herşey Yaratıcının takdir ettiği İlâhî program çerçevesinde, Esma-i Hüsnadan her birinin ayrı ayrı tecellî ettiği aşamalardan meydana gelen bir tedric sürecinde kemale doğru yol alıyor.

Mükemmele ulaşma sürecinde, yine farklı Esmâ tecellîlerinin ve imtihan sırrının tahakkuku için, zorluklar ve engeller çıkarılıyor. Onları birer birer aşmak da, kabiliyetleri geliştirme sınavının gerekleri olarak karşımıza çıkarılıyor.

Bu gerçekler, şahsî hayatımız, iş dünyası, sosyal ve kurumsal gelişme süreçleri, devletler ve milletler arası organizasyonlar için de geçerli.

Hiçbir genç, ne kadar zeki ve kabiliyetli olursa olsun, bir anda kariyer hedeflerine ulaşamaz. Okuması, tahsilini tamamlaması, uzmanlaşması, uygulamada tecrübe kazanması ve alanında aranır bir eleman haline gelmesi, sabır ve sebatla yıllarca sürecek yorucu çalışmaları gerektirir.

Aynı şekilde, hiçbir işletme bir çırpıda holding haline gelemez. Bunun için uyumlu ve çalışkan bir ekibin, doğru stratejilerle ve isabetli uygulamalarla yıllarca emek sarf etmesi gerekir.

Keza devletlerin doğması, büyümesi ve gelişmesi de aynı kanunlara ve zamana bağlı ve tâbi.

Bu fıtrî kanunlar, asıl meselemiz olan manevî hizmetlerde ve bu hizmetler için kurulmuş olan müesseselerde çok daha fazla geçerli. Oralarda da çabuk sonuç almak isteyen aceleciliğe yer yok. Tam tersine sabır, teennî ve temkin şart.

Kaldı ki, manevî hizmetlerin tamamen Allah rızası için ve münhasıran uhrevî amaçlarla yapılması gerektiğinden, onlarda dünyevî neticeleri beklememek de önemli bir esas ve prensip.

Risale-i Nur’da çok tekrarlanan “Vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakkın takdirindedir” sözünün ifade ettiği mânâ çerçevesinde bize düşen, sorumlusu olduğumuz hizmetin gereklerini yerine getirirken, neticeye karışmamak.

Netice görev alanımızın dışında olduğuna göre, o neticeye varmak için aceleye de hacet yok.

Hizmetin önündeki engelleri ve hizmet esnasında karşılaşılan zorlukları aşmanın anahtarı ise Yaratıcımızın bize bahşettiği sabır kuvveti.

Üstadın, acûliyete karşı sığınmamızı tavsiye ettiği siper olarak “Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın” mealindeki Âl-i İmran Sûresi 200. âyetini göstermesi bundan.

Sabredelim ve sabır yarışında düşmanı geçelim ki, şevke binmiş himmetimiz tökezlemesin.

Benmerkezcilik tuzağına dikkat

Ümitsizlik, üstünlük duygusu ve acelecilikten sonra, hizmet ehlini tökezletip tembellik zindanına sürükleyecek sebeplerden dördüncüsünü Üstad “fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî” olarak ifade ediyor. Yani, benmerkezci bir tavırla şahsını merkeze alan bir dünyaya hapsolmak ve kendi fikrinde ısrar etmek.

Haddizatında bu psikolojiyi, insanın kendisini başkalarından farklı ve üstün görme hissinin farklı bir tezahürü olarak görmek de mümkün.

Ama onun ötesine uzanan boyutları da var.
Başka fikirleri küçümserken kendi fikrinin isabetinde ısrarcı olan tavırda, üstünlük duygusunun etkisi aşikâr. Ancak burada, özellikle altı çizilmesi gereken başka bir ruh hali söz konusu.

Yani, dünyanın merkezi olarak kendisini gören, “ene”si kabarmış, ayrıca başkalarını beğenmediği için kendisini herkesten tecrit etmiş, antisosyal, merdümgiriz bir karakter öne çıkıyor.

Herkese dudak büküp burun kıvıran ve kulp takan, kimseyi beğenmeyen, kendisi dışındaki herkesi ve herşeyi eleştiren, başkalarına ve fikirlerine zerre kadar değer vermeyen bir karakter.

Bu yapıdaki bir insanın, bilhassa samimî kardeşlik esasına dayalı, hizmetlerin paylaşarak ve müştereken yürütüldüğü bir şahs-ı manevî ile uyum içerisinde olamayacağı son derece aşikâr.

Böylesi mizaçların, hiçbir toplu hizmet ortamına olumlu bir katkıları olmayacağı için, kendi kendilerini tecrit ederek, fildişi kulelerinin dibine kurdukları uzlethanelerindeki tembellik zindanlarında ömür tüketmeleri kaçınılmazdır.

Bu psikoloji, mutlaka tedavisi gereken ciddî bir ruh ârızasıdır. Çaresi de, şahs-ı manevîye vücut veren mânâ ve prensiplerin tatbikindedir.

Kişi fıtrat olarak çekingen, merdümgiriz, antisosyal olabilir. Ama ulvî bir ideal etrafında teşekkül eden şahs-ı manevînin bir uzvu olmanın getirdiği kazanımlar, onu bu sıkıntıdan kurtarır.

Ve bir bakarsınız, en sıradan ve silik gibi görünen insanlar, o şahs-ı manevînin terbiyesiyle muazzam inkişaflar kaydeder ve sosyalleşirler.

Bu sosyalleşme de hizmete dinamizm getirir.

Yeter ki, kabarmış “ene”lerinin cenderesine sıkışarak, kendilerinden başka kimseyi beğenmeme ve kendi fikirlerinden başkasına itibar etmeme gibi vahim bir hastalığa yakalanmasınlar.

Üstad, şevke binmiş himmeti tökezletme riski büyük olan bu probleme karşı, insanın Cenab-ı Hak tarafından fıtrat olarak medenî, sosyal bir tabiat ve karaktere sahip kılındığını vurguluyor.

Ve bu tabiatın iki neticesine dikkat çekiyor:
* Başkalarının hukukunu muhafaza edecek ve
* Kendi hukukunu onların içinde arayacak.

Medenî fıtrattaki insanın Robinson Cruseau gibi kendi adacığında tecrit olmuş yalnız bir hayat sürmesi söz konusu olamaz. O, hayatını diğer insanlar ve canlılarla paylaşmak durumunda. Bu paylaşıma dayalı ortak hayatın huzur ve ahengi için ise, karşılıklı olarak hakların saygı görüp gözetilmesi, korunup kollanması lâzım.

Bu gerçek, “Zaman cemaat zamanıdır” hakikatinin hükümran olduğu bir çağda, manevî hizmetler için, kendisine has nüans ve incelikleriyle birlikte çok daha fazla geçerli. İlâhî bir istihdam neticesi olarak beraber hizmet ettiğimiz insanlarla hukukumuz, yukarıdaki çerçeveyi kapsayan—ve aşan—boyutlarıyla bizleri çok farklı duyarlılık ve mes’uliyetlere mutatap kılıyor.

Bütün bu mes’uliyetlerin arkaplanındaki temel prensip ise, Üstadın naklettiği “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” hadisi.

Üstad ehl-i hizmetin önündeki “fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî” engelinin, “yüksek himmet, gayret ve hamiyete sahip bir mücahit” olarak nitelediği bu prensiple aşılabileceğini belirtiyor.

O halde, tembellik zindanına düşmemek veya düştüysek çıkabilmek için sarılmamız gereken düsturlardan biri bu: En hayırlı insan olabilmek için insanlara en faydalı hizmetlerde bulunmak.

Önce kendi imanını kurtarmak, sonra başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda çalışmak.

Başkasının tembelliği mazeret olamaz

Yeis, üstünlük duygusu, acelecilik ve benmerkezcilikten sonra, şevki kırarak insanı atalet zindanına düşüren beşinci sebebi Üstad Bediüzzaman, “başkasının tembelliğinden fırsat bulan görenek” olarak ifade ediyor.

Aslında bu sebep, sekizinci sırada zikredilen ve bilâhare müzakere etmeye çalışacağımız rahat meyli ile aynı gibi görünüyor; ama ayrı bir madde olarak dikkat çekildiğine göre, üzerinde durmamız gereken incelik ve nüansları olmalı.

Burada öne çıkan, başkasının tembelliğinden fırsat bulma ve bunu bahane olarak kullanıp kendi tembelliğine mazeret gösterme psikolojisi.

Bu ruh hali, başka birçok alanda da insanı saptırma ve yoldan çıkarma potansiyeline sahip.

Ve Risale-i Nur’da bunun ilginç örnekleri var.
Meselâ On Dördüncü Söz’ün Hatime’sindeki “Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir” başlıklı bahiste nefis, içinde bulunduğu gaflet halini savunmak için “Herkes dünyaya dalmış, ben de herkes gibiyim” dediğinde aldığı cevap şudur:
“Herkesle musîbette beraber demek olan tesellî ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Bir diğer örnek, Otuzuncu Söz’deki “Ene” bahsinde yer alan “Nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir” cümlesi.

Demek ki, bir suç işleyen, yanlış iş yapan veya başarısız olan insanların ortak psikolojisi, bu durumlarının başkalarınca paylaşılmasından aldıkları tesellî ve bunun getirdiği “rahatlık” hissi.

Hırsız ister ki, herkes kendisi gibi hırsız olsun. Gaflet içinde hayatını sürdüren kişi, çevresinde kendisine benzer bir hayat yaşayan ne kadar fazla insan olursa “kuvve-i maneviye”si o kadar güçlenir; “Bu halimde yalnız değilim, başkaları da benim gibi, demek ki tuttuğum yol yanlış değil”  gibi aldatıcı bir tesellî ile yola devam eder.

Başarısız bir öğrencinin psikolojisi, başarılı arkadaşlarına özenip onlar gibi olmak için çaba sarf etmekten ziyade, kendisi gibi olanların varlığını görüp rahatlamaya daha fazla yatkın olur.

Ancak bu tesellî ve rahatlamanın geçici ve aldatıcı olduğu ve insanı içine düştüğü olumsuz durumda daha da kötüye götürdüğü gayet açık.

Konumuz olan tembellik bahsinde de, başkalarının ataletini kendisine bahane bulup mazeret göstererek tembellik zindanına iyice demir atan bir insan, Cenab-ı Hakkın kendisine bahşettiği potansiyeli ve kabiliyetleri iyice köreltme, dumura uğratma ve tükenme yoluna girmiş olur.

Ve bu yolun varacağı yer, tam bir felâkettir.

Bu bakımdan, gayret, hamiyet ve himmet sahibi bir insana yakışan, başkalarının tembelliğini örnek almak değil, tam tersine bu durumdakileri uygun lisan ve üslûplarla uyarmak, silkelemek, harekete geçirmek ve düştükleri tembellik zindanından çekip çıkarmaya çalışmak olmalı.

Konunun bir başka önemli ve dikkatle üzerinde durulması gereken boyutunu da Üstad “Nemelâzım, başkası düşünsün, istibdadın yadigârıdır” sözüyle dile getiriyor. Tembelliğin ve lâkaydlığın en yaygın ifade şekillerinden biri olan “nemelâzım” anlayışının, herşeyi kendi elinde toplayıp tekeline alan ve insanları özgürce kendilerini geliştirebilecekleri ortamdan mahrum bırakan istibdadın eseri olduğunu vurguluyor.

Peki, bu engeli bertaraf etmenin çaresi ne?
Üstad çarenin “Tevekkül etmek isteyenler sadece Allah’a güvensinler” mealindeki İbrahim Sûresi 12. âyetinde gösterildiğini ifade ediyor.

Ve bu âyeti orijinal metniyle aktarırken, “Sadece Allah’a güvensinler” mealindeki ibarenin önüne, parantez içinde “başkasına değil” mânâsındaki bir kelimeyi eklemek suretiyle, yapacağı herşeyde sadece Allah’a inanıp güvenmesi gereken ehl-i hizmetin başkalarına bakarak tavır belirleme durumunda olamayacağını ifade ediyor.

Allah için yapılan bir hizmette, başkalarının tembelliğinden etkilenerek geri kalmak olur mu?

Demek ki, dinamizmin canlı tutulabilmesi, Allah’a iman ve tevekkülde derinleşmeye bağlı.

Havalecilikle kurtulamayız

Yeis, üstünlük duygusu, acelecilik, benmerkezcilik ve başkasının tembelliğini fırsat bilen görenekten sonra, şevki kıran ve himmetin önünü kesen altıncı sebep, işi birbirine bırakmak ve başkalarına havale etmek.

Ehl-i hizmetin atalet zindanına düşmesinde rol oynayan etkili sebeplerden biri olan havalecilik için Üstad “düşman-ı gaddar” tabirini kullanıyor ve bu sebebin yaptığı tahribatı “Himmetin elini tutup oturtturur” sözüyle ifade ediyor.

Yeis için “Kuvve-i maneviyeyi kırar;” üstünlük duygusu için “Himmetin başına vurur, atından düşürttürür;” acelecilik için “Himmetin ayağını kaydırır;” başkasının tembelliğinden fırsat bulan görenek için “Hücum edip belini kırar” diyen Üstad, burada “Elini tutup oturtur” diyor.

Demek ki, bu sebebin özelliği ehl-i hizmeti tevakkuf ettirerek, durdurarak tembelleştirmesi.

Sebep ve kaynağını ise “acz ve nefsin itimatsızlığı” olarak teşhis ediyor Üstad. Buradaki acz, Allah’a karşı ubudiyet konumunun gereği olan hal değil. Rabbimizin Hakîm isminin iktizasıyla “darü’l-hikmet” olarak tanzim ettiği bu âlemdeki fıtrat kanunlarına ve neticelerin tahakkuku için şart kılınan sebeplere riayet etme noktasındaki yetersizlik ve beceriksizliklerin bir ifadesi.

Nefsin itimatsızlığından kasıt da, aynı şekilde, hayat imtihanında nefs-i emmare ile sürekli mücadele bağlamında, olması gereken bir güvensizlik değil; şeriat-ı fıtriyenin kanunları mucibince, insanın bir görevi başarıyla sonuçlandırmak için sahip olması gereken özgüven hissi.

Bu anlamda kendisine güvenemeyen, doğru dürüst hiçbir işin üstesinden gelemeyen beceriksiz bir insan tipiyle, ehl-i hizmet bir karakterin aynı kişide birleşmesi asla düşünülemez.

Tam tersine, Risale-i Nur’dan iman ve tefekkür dersi almış bir ehl-i hizmet, kâinattaki sistemin kusursuz işleyişinden aldığı nizam ve intizam dersini kendi hayatına ve yaptığı işlere de yansıtma gayreti içinde olur. Hangi işi ve hizmeti yapıyorsa en güzel şekilde yapmaya çalışır.

Ve kendi üzerindeki hiçbir vazifeyi başkasına havale etmek gibi bir kolaycılığa iltifat etmez.

Hatırlanacağı üzere, bir evvelki engel başkasının tembelliğini örnek alıp fırsat bilerek kendi ataletini sürdürmekti. Burada ise kendi vazifelerini de başkalarına havale etme hali söz konusu.

Ama ikisi de aynı kapıya çıkıyor ve sahibini “zindan-ı atalet”e düşürerek sıkıntıya sokuyor.

Peki, bu altıncı engelin çaresi ne?
Burada işin püf noktası ve havalecilik hastalığından kurtulmanın formülü olarak Üstad, “Siz doğru yolda oldukça, başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar vermez” mealindeki Maide Sûresi 105. âyetini dikkatlerimize sunuyor.

Demek ki, herşeyde olduğu gibi bu meselede de öncelikle ve özellikle kendimize bakacağız.

Hidayet ve sırat-ı müstakim üzere olmak ve bu yolda sebat etmek. Hizmetimizi müstakim bir çizgide devam ettirme kararlılığı içinde olmak.

Şu bir gerçek ki, biz başkalarından değil, kendi yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz. Kendi üzerimize terettüp eden bir vazifeyi başkalarına havale ederek sorumluluktan kurtulamayız. Bizim işimizi başkası yapmaz.

Buna ilâveten, Risale-i Nur hizmetinin prensipleri, bizi çok daha ince nüansların muhatabı kılar. Söz gelişi, hizmetle ilgili olarak bizim yapmamız gereken bir vazifeyi başkalarından beklemek şöyle dursun, tam tersine kendi işimizi tamamladıktan sonra diğerlerinin yardımına da koşmaya çalışmak, hedeflerimizden biri olmalı.

Aynı şekilde, Allah göstermesin, aramızda şu veya bu sebeple hizmete ara veren veya vazifesini aksatan kardeşlerimiz olursa, bir taraftan onu tekrar kazanmaya çalışırken, diğer taraftan aksattığı hizmetleri telâfi edip tamamlamaya gayret sarf etmek de bize düşen vazifelerden biri.

Velhasıl, nemelâzımcılık da, havalecilik de, bunların ortak paydası olan tembellik de, ehl-i hizmetin dünyasında asla yeri olmayan şeyler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*