Zübeyir Ağabeyi tanımak ve anlamak üzerine…

Image
Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinin hayatını konu edinen kitapların neşredilmesi güzel bir hadise. Çoğu ahirete irtihal etmiş bu güzide şahsiyetlerin hayatları etrafındaki mâlûmatın da çok sınırlı olduğu kanaatindeyiz. Her biri kervanlara yol gösteren kutup yıldızı mesabesindeki ağabeylerin “tevazu ve mahviyet” toprağında, yaşarken gizlenmeleri, onlarla alâkalı mâlûmata ulaşmayı zorlaştıracaktır. Dünyayı bir “Medresetüz-Zehraya” çeviren o büyük kahramanların asıl şahsiyetleri, hep vefatlarından sonra ortaya çıkıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin, onların mahiyetlerini anlatan mektuplarının satır aralarına daldıkça, aramızdan uçup kaybolan yıldızların asıl kıymetleri, biraz daha ortaya çıkıyor.

Zübeyir Gündüzalp, hizmetinde bulunduğu Üstadının hayat ve gayesini farklı bir üslûp ve dirayetle hayata yansıttığı için, Risâle-i Nur’u ciddiyetle okuyan Nur talebelerince çok merak ediliyor. Onu Bediüzzaman’ın sır kâtibi, hizmetkâr-ı hassı ve Nurun büyük kahramanı rütbesine çıkaran özelliklerini merak etmek, nura gönül verenlerin hakkı. Fakat burada bir tasrihte bulunmak istiyoruz. Ağabeylerin hayatlarının daha ziyade maddî cihetleriyle ilgilenenler, Risâle-i Nur mekteb-i irfanı içindeki o muallâ şahsiyetlerin asıl özelliklerini, bilinmesi gereken mahiyetlerini ve bizlere örnek olabilecek yönlerini gözden kaçırabilirler.

Zübeyir Gündüzalp’i Risâle-i Nur ağacının en olgun meyvesi olarak telâkkî ettiğimizde, söz konusu ağacın çekirdeğinden meyvesine kadar gelen her bir devrenin izleri o olgun meyvede görülür veya hissedilir. Bediüzzaman Hazretlerinin icazet alıp zamâne ilimlerinin kaynak eserlerini ezberlemeye başladığı günden, rıhletinden kısa bir müddet önce talebelerine verdiği son derse kadarki hayat, mâlûmat, manevî hayat, esrar ve bütün pratiklerden küçücük nümunelerin Zübeyir Gündüzalp’te bulunduğunu iddia etmek yanlış olmaz kanaatindeyiz. Bediüzzaman’ın çileli, maceralı ve ölümle burun buruna yaşanan hayatındaki sonuncu talebelerindendir Zübeyir Ağabey. Fakat öyle geliyor ki, kendisinden önceki bütün o kahramanların şahsiyetlerinden bir parçacık karakter, Zübeyir’in kalb, ruh ve cesed dünyasına akmış. Bediüzzaman’la birlikte küfür ve dalâletle savaşan diğer ağabeyler; belli başlı meziyetleriyle öne çıkmışlardır. Hatta meziyetleri itibariyle birbirine benzeyen ağabeyler arasındaki teşbihleri, Üstad Hazretleri mektuplarında zikrediyor. Meselâ, biraderzâdesi Abdurrahman ile Selâhaddin Çelebi arasındaki ruhî karabeti, Üstad Hazretleri “Abdurrahman Selâhaddin” tarzında ifade edecektir. İleride, büyük şahs-ı manevîlere dönüşecek bu çekirdek karakter, meziyet ve tarzların Bediüzzamanca tesbiti, istidadına göre istihdamı ve dâvâ içindeki pozisyonuna göre taltifi de, Risâle-i Nur´un büyük şahs-ı manevîsini oluşturacak çekirdeklerin hem farklılıklarını ve hem de ehemmiyetini bize ihsas ediyor. Hatta bazen bir talebesindeki fıtratta, diğer birkaç talebesinin karakter ve kabiliyetlerinin nasıl toplandıklarını da örnekleriyle bize bildiriyor. Kastamonu’dan Isparta’ya gönderdiği bir mektubunda “Tahirî’de bir Hüsrev, bir Lütfi, bir Asım gördüm. Cenâb-ı Hak ondan ve sizlerden ebediyyen razı olsun” derken, bir şahsiyette, istidat ve kabiliyet cihetiyle birkaç şahsiyetin bulunabileceğini bize gösteriyor. Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’u hayata aktaran duruşunu veya şahs-ı manevîyi vefatından sonra da vazife başına dâvetini hayatıyla ispat eden Zübeyir Ağabeyin de, Abdurrahman’dan kendi zamanına kadarki seleflerine kadar bir parçacık nüveler taşıması gayet normal sayılmaz mı?

Hal böyle olunca, Zübeyir’i tanımak ve anlamak isteyenler kolaycılığa kaçamayacaklar. Ömer Paşanın konağından başlayan büyük yolculuğun her merhalesinde, yazılan eserlerin her kelimesinde ve Üstaddan bize gönderilen mektupların her cümlesinde Zübeyir’i aramak icab ediyor. Onun Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetine girişi üçüncü Said dediğimiz 1950 sonrasına denk gelse de, şayet Üstadının esrarına vâkıf ise, yolculuğumuzu Seyda’nın cevizini kaybettiği Nur deresine kadar sürdürmemiz gerekecektir.

Şu fâni âlemin maddî boyutlarını aşmış mânâ sultanlarıyla ilgili olarak Avrupalı biyografi yazarlarının üslûbuyla yazı yazmanın zorluğunu elbette bilirsiniz. Üstadımızın teşbihiyle bâlâpervaz cennet kuşunun güzelliğini araştırırken, içinden çıktığı kabuk parçalarına takılmak, tavusa hakaret sayılmaz mı? Bediüzzaman’a, onun dâvâsı olan Kur’ân’a, Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri Risâle-i Nur’a hayatlarını vakfetmiş ve aramızda tavus misal uçup gitmiş insanların hayatlarını incelerken, onların geride bıraktıkları maddî şeylerin bize fazla bir mânâ kazandırabileceğine inanmıyoruz.

Zübeyir Ağabey; eğer bir Abdurrahman, bir Hafız Ali, bir Hasan Feyzi, bir Tahirî veya Ceylan olarak Bediüzzaman’ın hizmetine girmişse, onu kısacık makaleler, kitaplar ve diğer çalışmalar ifade edemez. Risâle-i Nur’daki imanî hakikatleri, mahkeme müdafaalarını, gurbet lâhikalarını, zindan mektuplarını ve Bediüzzaman’ın hayata yön veren Üçüncü Said derslerini satır aralarıyla birlikte incelemeyenler, Zübeyir Gündüzalp’i anlayamazlar. Hele hele hatıralarla, kısacık görüşme, derslerde uzaktan görme ve yâd-ı cemillerle Zübeyir Ağabey hiç anlaşılamaz. Onun vefatıyla Anadolu topraklarına “Nisan yağmurları” dökülmeye başlamış. Belki de o muhterem ağabey toprak altında bir çekirdek olarak, bârân-ı Nisan’la binlerce Zübeyir’in hayata gözlerini açmasına vesile oldu.

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*