“Zübeyrî çizgi” üzerine…

Image

On sene öncesine kadar bu tâbirle karşılaşmıştık. Risâle-i Nur’u okuyan “Nur Talebeleri” arasındaki farklar başka tanımlarla ifade ediliyordu. Bediüzzaman’a hizmet etmiş talebelerinin isimleri burada önemli bir rol oynamıştı.

Son on beş-yirmi sene içinde Risâle-i Nur’un neşri ve ilânı, mevlid ve anma programlarıyla büyük ölçüde halka mal olmasından sonra; Risâle-i Nur’un “doğru anlaşılma ve yorumlanma” dönemi başlamış gibi.

Muhabere, muvasala ve medyadaki büyük inkişafın menfî boyutları okumayı, doğru anlamayı ve doğru yorumlamayı tehdit eder hale gelince, Risâle-i Nur’u okuyanlar, orada da kendilerine “doğru çizgi” arama ihtiyacı hissettiler. Bu ihtiyacın; geçmiş dönemlerdeki gibi sekînet içinde Nur’ların okunamamasından, bilhassa dijital medya anaforuna itilmiş olanların hadiseleri Risâle-i Nur adesesinden mütalâa etme noktasında sıkıntı çeker hale gelmelerinden doğduğuna inanıyoruz.

Risâle-i Nur’u doğru anlamanın, yorumlamanın ve hayata doğru aktarmanın bir ifadesiydi Zübeyrî çizgi. Bediüzzaman Hazretlerine Afyon Hapsinden sonra hizmet eden, çoğu mektuplarını kaleme alan ve hizmetin tedvirinde Üstadın emniyetini kazanan Zübeyir Gündüzalp’e benzemek, Risâle-i Nur’u, onun anlayıp yorumladığı gibi takip etmek, aynı zamanda Bediüzzaman’ı ve eserlerini baştan sona kadar doğru anlayıp yorumlamanın bir başka adıydı. Bu mânânın “Zübeyrî çizgi” olarak ifadesi, Nur cemaatlerinde bu çizgiyi doğru yorumlama yarışını başlattı.

Hakkında kitaplar yazıldı, ekranlarda ve radyolarda programlar tertip edildi. Onunla bir kez de olsa görüşenlerin hatıralarına başvuruldu. Ve herkes onu istediği zaviyeden tasvir ederek tanımlamaya çalıştı. Hatta bazıları, Zübeyir Ağabeyi, sevdiği kişilerin manevî makamlarını yüceltmede bile kullandılar. Muhabbetin sevkiyle birçok yanlışlar, mübalâğalar ve eksikler ortaya çıkmış oldu. Muhabbetin kendisine ait bir özrü vardı. Fakat kullanılmak istenilen resmin zaman zaman hakikatten koptuğu da bir vakıa idi.

Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyatını kaleme aldığı tek partinin istibdat döneminde yüzünü hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye tamamen çevirdiğini biliyoruz. İkinci Dünya Harbinin küresel neticelerinin Anadolu’ya yansımasında, Bediüzzaman’ın “Vatan, millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi—dünyaya bakmadığım için—yapmadığımdan hakikat noktasında afvolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil etmediğine şimdi bu Afyon Hapsinde kanaatim geldi” sözleriyle üçüncü bir perdeyi araladığı günlerden itibaren, onun gözü ve kulağı mesabesindeki Zübeyir Ağabeyin anlayış ve duruşu elbette bizim için önemlidir.

O dönemde Bediüzzaman hafif bir pozisyon değişikliğine giderek hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeyi belli bir mesafeden bakmaya başlıyor. Zübeyir Ağabey de onu bu zamandan ta vefatına kadar bir gölge gibi takip ve Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupların çoğunu tebyiz etmiş ve Risâle-i Nur’un ders, konferans ve seminerlerle nasıl ifade edileceğini Üstadımızın emriyle kaleme almış. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur´dan maada tek bir referansı olmayan bu çizgiyi farklı birşeymiş gibi göstermenin, hakikatle alâkası yoktur.

Zübeyrî çizgiyi takipteki zorluk bir vakıa. Bunca hakim cereyanın rüzgârına takılmaksızın Nur’ları hayata taşımak hakikaten kolay değil. Bazı Nur sevdalıları, Kur’ânî hakikatleri hayata taşırken Zübeyir Gündüzalp’ın tuttuğu rotanın Risâle-i Nur’dan başka birşey olmadığını fark edemeyip, belki de farkına varmadan ehl-i dünyanın prensipleriyle hareket etme tuzağına düşebiliyorlar. Bazan felsefenin kalıplarını da kullanıyorlar. Maksatları Kur’ânî hakikatleri bütün dünyaya duyurmak olabilir. Ama hedefin meşruiyeti kadar, vasıtanın da meşruiyeti önemlidir.

Risâle-i Nur’u hayata taşırken, insanlara hoş görünüp tepki çekmeme mülâhazasıyla ve belki de küresel ve lokal hakim cereyanların şerrinden çekinme sebebiyle farklı yolların seçilmesi Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a bir hürmetsizliktir. Dâvâyı anlamayanların çeşitli mazeretleri olabilir, fakat Nur Külliyatının mahiyetini az çok bilenlere bu yolun helâl olmadığını hatırlatmak zorundayız. Ayrıca bu zamanda “Zübeyrî çizgiyi” slogan veya forma olarak kullanmaya teşebbüs edenlerin karşısına altı bin sayfalık bir belge çıkıyor ki, tevessül edene dünyayı dar eder. Bu çizginin Abdurrahman’la başlayıp Asım, Hafız Ali, Hasan Feyzi ve Tahirî gibi yüzlerce kahramanla devam ettiğini ve yalnızca Risâle-i Nur’u doğru anlayıp, Bediüzzaman’ın pratiğini doğru tanımlamaktan ibaret olduğunu bilenler, yukarıdaki yanlışı işlemekten hazer ederler.

Ehl-i dünyanın sunduğu maddî imkânların yardımıyla Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine zıt bir yola girerek; devlet sistemini Şia ve Selefîler gibi, siyaseti siyasal İslâmcılar gibi, ekonomi ve iktisadı bir kısım sosyalistler ya da kapitalistler gibi ve millet meselesini de bir kısım ırkçılar gibi tasvir etmek, Nurları doğru anlamamanın ve Bediüzzaman’ı dâvâ cihetiyle tanıyamamanın apaçık bir delili olsa gerek. Risâle-i Nur’la ve Bediüzzaman´la ilgisi olmayan bu tarzın “Zübeyrî çizgi” ile irtibatı hiç olamaz.

Zübeyrî çizgiyi kavramakta sıkıntı çekenlerin bir eksikliği de Risâle-i Nur Külliyatını sükûnet ve sekînet içinde baştan sona kadar okuyup, satır aralarına serpilmiş düstur ve prensipleri bir araya toplayamamalarıdır. Bediüzzaman’ın Hz. Ali’den aldığı tarifnameyi, Kur’ânî ve Peygamberî metodları bu eserden çıkarmanın en önemli şartı teslimiyet içinde okumak ve anladığımızı ihlâsla uygulamaktır. Yoksa, başka meselelerde olduğu gibi “Zübeyrî çizgi” hususunda da kimsenin elinde sihirli bir değnek bulunmuyor.

 

Image

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*