12 Eylül’den korona sürecine, kısacık zihnî bir seyahat…

Biliyorum, şu Ramazan-ı Şerif’in manevî atmosferiyle bu yazıyı mutabık görmeyenlerimiz olacaktır.

Gel gör ki, dünyamızın dönüşüyle mütenasiben dehşetli bir mücahedeye de şahit oluyoruz. Labirentlerin içinde boğulup kalmanın, Risale-i Nur Talebelerine yakışmadığı gibi, zaman hadiseleriyle ne Ramazan’ı ve ne de pandemiyi beklemiyor.

Bütün renk ve şekilleriyle yoğun bir şekilde yaşadığımız ahir zamanın olaylarını ferdî veya birbirinden ayrı düşünmenin artık mantıklı olmadığını da biliyoruz. Dünya sermayesinin önemli bir kısmını ele geçiren “Avrupa zalim kâfirleriyle Asya münafıkları” bütün entrikalarını global komiteler halinde çevirdiklerinden, mutlaka Kur’ân’ın merdivenlerinden yükselerek olaylara çok yukardan bakmamız gerekiyor. Toplumun ekseriyetinden farklı şeyler görüp konuşacağınızdan, ”komplo teoriciliği” suçlamasına da kulak asmamalısınız.

Dünya laboratuvarında insanlığı kobay olarak kullanan “ahir zaman dinsizleri”nin elindeki korona silâhıyla 12 Eylül ihtilâli arasında bağ kurmanın zorluğu ortada. Önce, kırk seneye yakın bir zaman geçmiş üzerinden. Sonra, çoğu açığa çıkarılmadığından hadiseleri aydınlatacak bilgi ve belge sıkıntısı da başladı. İnsanlığı tamamen kontrollerine almak isteyen “semavî dinler karşıtı” Marksist kapitalistler Kemalistlerle ittifak kurduklarından, ülke içinden hadiseleri açığa çıkaracak yardımı alamıyorsunuz. Bu dehşetli ittifakın karartmaları olmasaydı, 12 Eylül ile başlayan “bozgun ve tahrip sürecinin”, Vuhanlı vebaya gelene kadar uğradığı istasyonları kahramanlarıyla birlikte bir bir sayabilecektik.

Sıra sıra uzunca dizilmiş deve kervanının önündeki merkebin vazifesini bilemeyenler, hayvancağızı küçümseyebilirler. Koca katarın merkebi takip ile dünyada seyahat ettiğini bilenler ise, önce merkebe bakarlar. Bediüzzaman Hz.leri, ahir zaman hadiselerinin mahiyetini anlattığı bir mektubunda, küçük ve basit görünen süfyaniyetin, misyon olarak büyük deccaliyetten daha önemli olduğunu ifade ediyor. Hatta deccaliyetin bozulmuş ve tahrif edilmiş dinlere musallat olmasının, süfyaniyetin Hak dine ve fıtrata musallat oluşu kadar zarar vermediğinin altını çiziyor. Zira doğru din ve yaratılışın esas kanunları tahrip edilecek olsa, insanlığın başka bir çaresi kalmıyor. Deccaliyetin önünde merkep görevi gören Süfyaniyetin 12 Eylülde İslâmiyet’e, Risale-i Nur’a, insaniyete ve demokrasiye vurduğu derin ve büyük darbenin tesiriyle korona sürecine girdiğimizi anlatmanın zorluğunu yukarda arz etmiştim.

Büyük tarihî eserlerin çok kuvvetli ve sağlam temeller üzerinde yükselmesine benzer şekilde, önemli sosyal vakıaların ve felâketlerin de dayandıkları temelleri bilemeyenler, asla çare üretemezler. On iki Eylül felâketinin mahiyetini bilenler; Özal’ın Türkiye’ye dâvet ettiği “neocon projesi” Çekiç Güç’ün ülkemize konuşlandırılmasından başlayarak; Barzanistan, PKK’nın kurumsallaştırılması, Kuzey Irak’ın Irak’tan koparılması, Körfez savaşları, 11 Eylül ve Irak Savaşı, Afganistan’ın işgali, Ortadoğulu insanlardan oluşturulan El-Kaide, Eş-Şebabb, Bokoharam, IŞİD ve diğer terör örgütleriyle yapılan katliâmlar, Arap Baharı, Yemen Savaşı ve nihayet Suriye savaşına gelirsiniz.

Yukarda isimlerini verdiğimiz hadiselerin, yalnızca bölgemizle alâkalı olduğunu biliyoruz. Bu sürecin Avrupa, Amerika ve Ukrayna ayakları da süreçte önemli hadiselere sahne olmuşlardır. Buralardaki Marksist kapitalist aktörlerle Troçkist aktörleri ayrı ayrı tahlil etmemiz de gerekiyor. Çoğu kez ittifak halinde çalışan bu iki cereyanın, bazen ayrıştığını da belirtmek durumundayız. (2013’te başlayan ayrılığı, Trump’a karşı kurulan cephe birleştirmişti) Burada bundan böyle, Avrupalı Amerikalılar ile önemli Yahudilerin içinde bulundukları neocon-Neoliberal ittifakı çarpışacaklarından, Avrupa Birliği’ndeki gelişmeler de hayatî önem kazanıyor. Bu İttifak’ın Avrupa’daki organizelerin ve devletlerin başına getirdikleri elemanlarının işi başarmaları halinde, Amerika’daki durumun hürriyetçi Hıristiyan Amerika’nın aleyhine gelişeceğinden kimsenin şüphesi olmamalı.

Bediüzzaman’ın gösterdiği paradigmaları esas almayanlar; dünya barışı ve insanlığın kurtuluşu noktasında AB’nin önemini kavrayamıyorlar. Amerika’nın geçmişte ve günümüzdeki misyonunu bilemediklerinden şia-harici karışımı bir düşünceye kapılıyorlar. Yani Amerika karşıtlığı veya en azından ona bigâne kalmak… Trump’ın neocon-Neoliberal ittifakı karşısında terk ettiği başkanlığın hangi menfi hadiseleri tetikleyeceğini de birlikte gözlemlemeye başladık: LBGT’nin dünya insanlığının başına musîbet kesilmesi, Türkiye açısından 1915 olaylarının geldiği nokta, NATO‘yu tahrik ile Ukrayna’yı parçalamak, Çin üzerinden Afrikalılara yapılan zulüm.

Çin meselesini daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Hem 1949 Çin Komünist hareketinin ve hem de 1980’den sonraki Neoliberal destekli yeni Çin komünizminin, bahsini ettiğimiz meşhur dinsizlik cereyanının eseri olduğunu isim, hadise ve belgeleriyle okuyucularımıza arz etmiştik. Günümüz Çin’in zenginlik ve teknolojisinin de; 1980‘lerden sonra Avrupa-Amerika’dan buraya söz konusu dinsizlerin organizesiyle transfer edilmiş unsurlar olduğunu herkes biliyor. Çin, yöneticilerinin tam müstebit ve idaresinin komünist olması hasebiyle; bozguncular için vahşi bir laboratuvar ve atölye haline getirilmiştir. Bir sene içinde iş kazası ve benzeri bahanelerle kaybolan insan sayısının üç yüz elli bin olduğunu düşündüğünüzde, insanlığın bu yüz karası sizi bir daha dehşete düşürüyor.

Papa Johannes Paul’un Warşova üzerinden komünistlere vurduğu darbenin tesiriyle, bildiğimiz gibi “Komünist Doğu Bloku” dağılmaya başlamıştı. Zaten komünistler demir perdenin içinde değillerdi, Londra, Şikago, New-york, Frankfurt ve kısmen Paris onların mekânlarıydı. AB’nin giderek demokrasi ile şeffaflaşması, onları Çin’e yöneltti. Amerika’daki hâkimiyetleri de kısa sürmüştü. 11 Eylül ile birlikte halk, mahiyetlerini öğrendiğinden Hillary etrafına toplanan çapulcuları terk ederek irapta yeri olmayan Trump’ı seçmişti. Ve Trump da, örtülü bir üslâpla küresel düzeyde bu dehşetli cereyanla savaşa girişmişti. Neoliberallerin, Çin halkını sömürerek dünyayı tekelleştirmesine karşı bir kampanya başlatmıştı. Deccaliyet cereyanlarının menfaatleri için “jandarma” olarak kullandığı orduyu merkeze çekerek “Önce Amerika” prensibini seslendirdi. Andrew Jackson’ın 1832’de bankalara karşı kazandığı “demokrasi zaferini” tekrarlamak isteyince, bildiğimiz üzere kıyamet koptu. Çin’deki on binlerce üretici firmanın Batılılara ait olduğunu hepimiz biliyoruz. Buradaki bütün ilâç fabrikaları, laboratuvarlar, deney merkezleri ve daha nice insanlık dışı AR-GE’lerin Neoliberallere ait olduğu da ortada. Trump ile ölüm-kalım mücadelesine girmiş bir kısım Amerika zenginlerinin laboratuvarlarında üretilen korona ile alâkalı sosyal medyada yazılan-çizilenler, olayların ortaya çıkış biçimini gösterdiği gibi, bu küresel cereyanın arkasındaki aktörleri de gösteriyor.

Koronayı -bildikleri halde- üç ay boyunca saklayan, bilgi sahibi ilim adamı ve gazetecileri öldüren Çin Komünist Partisi’nin ipi, elbette Marksistler elinde olacaktı. Ve Trump’ın yerine getirilen yeni başkanın ilk icraatı, Çin’i bu hususta temize çıkarıp, Çin ile olan münasebetlerin eski haline dönüşü oldu.

Gördüğünüz gibi, hikâyemiz bitmedi, inşaallah devam edeceğiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*