AB gaye mi ?

Türkiye’nin AB’ye bakışının ve karşısındaki konumunun sair Avrupa ülkeleriyle mukayese edilmeyecek derecede farklı olduğunu bilmeyen var mı? Coğrafyasından, kültüründen, tarih ve dininden kaynaklanan farklılığı zaman zaman şeffaf düşünenlerden işitiyoruz.

Evvelâ AB’nin Türkiye için bir gaye ve hedeften ziyade asıl maksada ulaşmaya bir vasıta olduğunu belirtmemiz yanlış anlaşılabilir. Toprağa atılan çekirdeğin filizlenip nihalleşmesini ve sonra meyveye durup kemalini tamamlamasını bilmeyenler, yani onu ilk defa ve bir kez görenler o çekirdeğin her merhalesini “Kemal” olarak değerlendirebilirler. Fakat olayın bütünlüğü içindeki “teki” görenler, çekirdeğin “tekâmül” sırrıyla takdir edilmiş hedefe etap etap ilerlediğini rahatlıkla tesbit edebilirler. Vahşet, kölelik, esaret ve ücretlilik devirlerini geçirip hürriyet mevsimine ulaşan insanlığımızın ömrünü bir bütün olarak görenler Batının, sair dünya ülkelerine karşı bir “rüçhaniyet” unsuru olarak göstermeye çalıştığı garp medeniyetindeki hak ve hürriyetlerin insaniyet ağacının fıtrî ömrünün merhaleleri olduğunu daha iyi anlarlar. Avrupa veya Amerika’nın buradaki üstünlüğü; ilim ile bu süreci hızlandırması, uzun mesafeleri kısaltması ve Asr-ı Saadetteki “hürriyet, adalet ve müsavat (eşitlik)” zamanına giden yoldaki engelleri kısmen kaldırmasıdır.

Avrupa Birliğine düne kadar müstağni kalan toplumumuzun bugünkü şiddetli arzusu, oradaki hürriyet, adalet ve eşitlik olduğunu herkes biliyor. Çok küçük bir zümre teşkil eden sefih ve dinsizlerin anladığı anlamda milletimiz “ekmek, dans ve sefahat” için yönünü batıya çevirmiş değil… Hem toplumun, hem de bireyin haklarını detaylarıyla tesbit edip koruma altına alarak insanlığı medeniyet ve refahın zirvesinde yaşatan saadet asrının AB kriterlerinin de hedefi olduğunu söylememiz mübalâğa olmaz. Batılı yazar, düşünür ve hakperest din adamlarına kulak verdiğinizde; bu mânânın değişik şekillerdeki telaffuzunu duyarsınız. Türk milletini “millet” yapan bin yıllık değerlerinin mânâsını bilmeyenler, AB’yi “cennet” telâkki edebilirler. Fakat, Asr-ı Saadetin ulaştığı medeniyet zirvesinden bugünkü Avrupa’nın ne kadar uzaklarda bulunduğunu yine Batılı araştırmacılar eserlerinde itiraf ediyorlar…

Düne kadar dünyalarında demokrasi ile İslâm arasında köprü kuramayan dindarlarımızın bile bu gün AB’yi “kurtuluş” telâkki etmelerinin sebebi elbetteki Avrupa demokrasisindeki hakk ve hürriyetlerdir. Kısmen de olsa “insanca” yaşamaktır. Yalnız günümüz Avrupalısı mevcut halin—üçüncü dünyadan iyide olsa—meselelerini çözemeyeceğini, çözümün, her ferdin hak ve hürriyetlerinin tam mânâsıyla teminat altına alındığı, fert ile birlikte toplumun da saadetine vesilenin sistemde olduğunu düşünüyor. Avrupa’da bugünkü değerlerin “mutlu hedefe” giden yoldaki merhalelerden yalnızca birisi olduğunu söylerken, bizim tarihimizde yaşadığımız “saadet asrını” gözardı ederek “mutlu hedefe” yönelmemiz medenî Avrupa karşısında ayıba kaçmaz mı? Doğrusu mazinin karanlıklarından henüz kurtulamamış Avrupa’dan, gündüzü yaşamış güneşin çocaklarının aydınlığı beklemesi, Avrupalıyı da şaşırtan bir mantıksızlığa benziyor.

Büyük Fransız İhtilâli Avrupalıya “hürriyet” yolunu açtı. Birinci Dünya Savaşında hürriyetin yalnızca kendisine ait olduğu zehabına kapılan Avrupa, materyalizmin getirdiği belayı ancak İkinci Dünya Savaşında elli milyon insanın kanıyla defedebildi. Ama tamamen değil. Fakat İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupalılar hak ve hürriyetlerin egoizm ile tahsisinin zararını görerek “Tüm insanlık için ve hürriyet” mücadelesi başlattı. Halbuki biz, Avrupa’dan önce 1900’lerin başında bu süreci başlatmıştık. Bu tarihlerde Selanikliler hanedanı Osmanlı hanedanının yolunu desise ve nifaklarla kesmemiş olsaydı, Anadolu’ya demokrasi Avrupa’dan önce yerleşecekti. Zira demokrasinin dayandığı köklerin üzerinde hayat bulmuş bir medeniyeti vardı…

Bediüzzaman Hazretlerinin Münâzarat ve Hutbe-i Şamiye eserlerindeki temel insanlık prensiplerini o günkü Avrupa keşfedebilseydi, birinci ve ikinci cihan harpleriyle bin yıllık medeniyetini zir ü zeber etmezdi, diye düşünüyorum. Bizden alacağı ışıkla insanlığa daha hızlı, geniş ve aktif yardıma koşacaktı. Hürriyetin veya kâmil mânâsıyla demokrasinin Avrupanın malı olmadığını, Allah’ın Rahman isminin bir tecellisi olarak Asr-ı Saadette en geniş ve yüksek mânâsını yaşadığını ilim adamları haykırıyor. AB’deki “hak ve hürriyetlerin” daha geniş ve kapsamlı şeklini Kur’ân’da ve İslâmın pratiği olan sünnette bulamayan, muhakemesi zayıf, nazarları geçmişe takılı, dindar geçinen insanımızın da en az Kemalistler kadar şu AB yolunda bizi engellediklerini bilvesile vurgulamak istiyoruz. Hürriyet ile şeriat, demokrasi ile meşrutiyet arasındaki ilişkileri dünyamıza oturtmadan AB’yi anlamak bizim için kolay olmayacak.

Doğrusu AB süreci “hürriyetin” bir merhalesidir. Çeşitli desise, ihtilâl ve münâfıklarla geciktirilebilir, fakat engellenemez. 12 Eylül cuntasının neslimize hediye ettiği “takiyye” veya “münafıklığı” bir tarafa bırakarak, Avrupa’nın insanlığın barışı için savunduğu değerlerle Kur’ân’ın esas aldığı prensipler arasındaki ilgi ve farklar üzerinde çalışmamız gerekiyor. Pusulası Asr-ı Saadet pratiği olanlar için AB mahfili, ulaşılması güç bir hedef olmadığı gibi, fazlaca içinde durulup-kalınacak bir mekân da değil. Zira insanlık saadet asrını tekrar yaşamak üzere mecrasında akıyor. Kanaatimizce, mebde ile müntehayı (başlangıç ve sonu) bir noktada toplamış Peygamberimizin(asm) saadet asrında sevdikleriyle yaşadığı mutluluğa yakın bir mutluluğu görmeden, insanlar bu fani gezegeni terk etmeyecekler. Bu süreç, insanlığı fıtri sürecidir. Avrupa ilim ve fen ile bu sürece katkıda bulunurken, esas yol haritasının Kur’ân’a tâbi olanlarda olduğunu unutmamamız gerekiyor…

Zira biliyoruz ki; ilim ve fennin hükmettiği gelecekte, her meselesini akıl ve mantığa tasdik ettiren Kur’ân hükmedecektir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*