Acz ve zaafın kanatlarında çocukluğa yeniden dönüş

Daha önceleri insanın hayata çocukluğuyla başlayıp genellikle çocukça bitirerek kabre geçtiğini düşünürdüm. İnsanın her dem çocukluğuna döndürülebileceğini ve hiç beklenmedik zamanlarda çocukça yaşayamaya mecbur edilebileceğini galiba birileri anlatmadı bana… Anlatsalardı anlayacak mıydım? Bu önemli dersi siz kıymetli okuyucularımdan ayrı kaldığım zaman içinde hakkalyakin öğrenmeye çalışıyorum.

Bedeninizin bir yerinde bir damar, ya bir sinir veya bir kemik veyahut da bir kas fıtrî seyrinin dışına çıktığı zaman… Dimdik yürümekteyken iki büklüm yerlerde kıvrandığınız an… O küçücük unsurun vazifesini ifa edememesinden çektiğiniz ıztırap, dünya ve masivayı hiçlik bohçasına sarıp kaldırdığında… Acziyetinizi yalnız nefsinize değil, hastane koridorlarında on binlere ve bütün sevenlerinize ilân ettiğiniz zaman, ilk anda tekrar çocukluğunuza döndürüldüğünüzü anlayamıyorsunuz.

Çocuk bu ya… Aylarca annesinin yatağına koyduğu pozisyonda büyümeyi bekler… Onun kendi imkânıyla sağına veya soluna dönmesi ailede büyük hadise olur… Yüzüstü sürünmesi ve daha sonra emeklemesi… İnsan iskeletini yakalayan öyle rahatsızlıklar var ki; kundaktan emeklemeye çocukluğumuzu yeniden yaşatır bize… İşte bu fakir kardeşiniz bir aydır bazen emekliyor, bazen doğru oturma denemeleri yapıyor ve son zamanlarda ayakta durarak adım atmaya teşebbüs ediyor… Hatırlayamadığım çocukluğumu tekrar bana yaşatan Rabbime yalnızca şükrediyorum.

İnsanı tahlil edenler, bir yanının mütemadiyen “çocuk” kaldığını itiraf ederler. Sosyal hayatın yüklediği statülerden geçici olarak kurtulanların-askerlik ocağı, insanların sosyal statülerini gizleyebildikleri ortamlar- nasıl da çocukça şen ve şakrakça yaşadıklarını gözlemlemişsinizdir. Bu yazıda bu ciheti psikolojik tahlilcilere, roman ve hikâyecilere bırakacağız. Yalnızca bedenî ve uzvî çocukluğuma nasıl döndürüldüğüm üzerinde durmaya çalışacağım.

Sokaktaki kötürüm insanlar ne denli dikkatimizi çekerler ki… Ayağında, bacağında, kalçasında, belinde veya boynundaki hastalıktan dolayı normal yürüyüşlerin dışına çıkanlar bu defaki kadar beni ilgilendirmemişti. Onlara “acımanın” acısını tatmadan, uzvî çocukluğun ne demek olduğunu anlamak çok zordur. Küçük bir sinir veya damar irtibatsızlığı sizi toplumda “acıyarak seyrettiğiniz” herhangi bir sınıfa her an sokabilirdi… Yani sebepler dairesinde her dem o insanlarla incecik sınırlarda birlikte yaşadığımı bu hastalık daha iyi hatırlattı. Bediüzzaman Hazretleri evimizdeki çocukların çocukluk sahnelerinin en heyecanlı sinema ve tiyatrodan daha cazip olduğunu söylüyor. Bu sinemayı keşfedenler, işyerinde mütemadiyen “paydos!” saatini gözler. Bir an önce cennet köşelerinden bir köşe olan evindeki sinemaya kavuşmak için… Gün boyu kaçırdığı sahneleri anneler özetleyecektir. Fakat tekrar yaşamaya birçok hikmetlerden dolayı mecbur edildiğim bu çocukluğumda, yeni yeni hareketlenmelerim sevinç ve kahkaha tufanlarıyla pek karşılanmıyor. Dikkatli hastabakıcılarının şükür duâları ve şevk vermeleriyle yetinmek zorundasınız…

Ah anneciğim… Abdest almak üzere girdiği uzun lavabo yolculuğunun  çoğunu emekleyerek kat ederdi. Kolundan tutacak birileri olmadığında; kapıya kadar gider, tutunur, kalkar ve abdestini bitirdiğinde bir kahraman edasıyla serili seccadesine yönelirdi… Oturduğu yerden kıbleye doğru… Ülfet belâsının musallat olduğu duygularım annemi doğru anlayamamışlardı. Körlük, sağırlık ve hissizlik onu her vakit kucaklamamı, teselli etmemi ve manen destek olmamı engellemişti. Neden emeklediğini hiç sormamıştım. Bir gün abdesthaneye oturup yıkamakta zorlandığı ayaklarını yıkamak nasip olmamıştı. Annemin “uzvî çocukluğunu” anlayamamanın ıztırabı, yaş olarak bugün çıksa da gözlerimden, ne dünyama, ne de ahiretime fayda vermiyor artık. Ben yalnızca annemi değil, insanı anlayamamışım. Daha doğrusu kendimi… İşte bugün kendimi anlayabilme kursuna yeniden kaydoldum. Teoriden ziyade pratiğe dayanan bu dersin ilk zamanları ve saatleri gerçekten kolay geçmiyor. Evvela sıfırlanmayı öğreniyorsunuz. Hiç olduğunuzu. Ayağınızı ve başınızı kaldırmadan yerle bir olmayı… Bediüzzaman’ın insan tariflerinden biri burada devreye giriyor: ”Acz, fakr, zaaf, naks, kusur ve ihtiyaçtan ibaret” insan tarifini… Ağzınıza lokmayı birileri koyarken ayak yoluna da yardımcılarla gitmek zorunda kaldığınızı ilk dersin pratik bölümünde öğreniyorsunuz. Sıfır pozisyonu “ben’in” silinmeye başlandığı nokta olsa gerek. Spatula ile de olsa düştüğüm yerden silinmesi lâzım gelen ”ben’in” acziyet ile zilletin sarmaş dolaş olması bazen nefsin bile hoşuna gider. Veysel Karani’nin (ra) münacatındaki “ENE”nin yuvarlandığı dereleri, uçurum ve vadileri kader genellikle ilk derslerde size gösteriyor.

Bu hastalık geçmişteki çocukluğum kadar gelecekteki çocukluk hallerini de göstererek öğretiyor. Başucundaki su bardağına eli ulaşamayan insan hallerini, hayatı toz pembe görenlerle mukayese burada güzeldir. Canım anneciğim… Yastığın yanına düşmüş tesbihini bulamamaktan sızlanıp dururdu. Garipsemezdik, ama anlayamazdık da… Başları gaflet sisiyle kaplı bakıcılardan belki serzenişler de işitmişti annem. Başucundaki tesbihi neden bulamıyordu? Masasına koyduğu suyunu da mı bakıcı verecekti ağzına? Temizlikteki hassasiyetle, yemekle alâkalı bir şeye eli değdiğinde muhakkak yıkamak isterdi. Her an elini silecek el bezi ve havlu bulundurmak bakıcılara mutlaka zor gelmişti. Annemi bürüyen ve çevreleyen “aczi” ayaktakilerin naz telâkkisi de anlaşılmayan noktalardandı. İnsan önden gidenleri, yani gördüğünü taklit eder. Bu hastalık, ister istemez anneciğimin uzvî çocukluğunu yaşattı bana…

Bebekçe sırtüstü veya sağ yanına yatmakla başlayıp tay tay pozisyonuyla devam eden bu nevi hastalıklarda can dostumuzun “Allah’a ve ahirete” imanı anlatan kitaplar olduğunu da “tecrübe” olarak belirtmeliyim.  Günlerin yalnızlığından, gecenin karanlığından ve çekilebilir acılardan sizi kurtaran kitaplar kadar hiçbir bakıcı veya ziyaretçi derdinizi çekemiyor. Bu arada Yirmibeşinci Lem’a ‘yı keşfettiğimi de zannediyorum: “Hastalara bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete…” veya zamanın sahibinin her gün sizi ziyareti, size geçmiş olsun, Allah şifa versin dilekleri… Bu kitabın çok boyutlu bir şekilde meslek sahiplerince tahlil edilmesi cemiyetin yüzde onunu temsil eden hasta ve musîbetzedelere büyük fayda sağlayacaktır.

Şu uzvî hastalığı okuyucularımızı müteessir edecek bir üslûpla tasvirimizin sebebi, yaşanan gerçek hikâyelerin hayatın bir parçası olduğunu gösterme gayretimizdir. “ENE’nin merteğini” yutmuşçasına dağlarla rekabete kalkışan zalim ve cahil insanın her dem sıfır noktasını da nazarda tutması gerekliliğini, hasta iken daha iyi hissedebiliyorsunuz.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Risale-i Nurları yanlış anlayan, yanlışa âlet eden veya etmeye çalışan, dolapları, hileleri, cessasları, casusları, fesat komitelerini, ifsat komitelerini, yılanları, çıyanları anlamak, idrak etmek istemeyenler; galiba fütühat ve ferec’i yabancılardan/düşmandan bekleyenler, BOP’a öncülük edenler, bu kanla abdest almanın esas sorumlularıdırlar. Müsbet hareket, dahilde cihat, silah kullanma, Dinin menfi tarzda kullanılması gibi bahisleri kavrayamayanlar, muhtemeldir ki; 1.000.000 Iraklı’nın, yüzbinlerce Suriye’linin, onbinlerce Libya’lının, yine bir onbinlerce Mısır’lının, binlerce Afganistan’lının, binlerce Pakistanlının şehadeti, yine aynı rakamlarla gaziliği ve bunların kat kat fazlası muhaceretleri ve vatansızlıkları ile yaptıkları fiili ve ıztırari dualarla uyanacaklar ve İnşaallah insanlık ve Müslümanlar, kanla abdest almaktan kurtulacak. Yazmaya, ikaza ve uyandırmaya devam…

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*