Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel‘in anlattığı meşhur “Karakuşi Kadı” fıkrası, mizahi bir şekilde adalet kavramını ele alır ve düşündürücü bir mesaj içerir.
Eyyubiler zamanında (1171-1260) Suriye taraflarında yaşadığına dair rivayetler olan; dini bilgi cahilliği ve yolsuzluklarıyla nam salan, ‘Karakuşi Kadı’ diye anılan bir kadı varmış.
Karakuşi Kadı bir gün bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Bakmış ki, vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Fırıncıya;
“-Ben bunu aldım” demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
“-Hani bizim ördek?” Fırıncı boynunu büküp;
“-Uçtu” deyince, iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış. Gayrimüslim de peşinden kovalamaya…
Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.
Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış.
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı’nın karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş. Ördeğin sahibi:
“-Bu adam ördeğimi iç etti” diye şikâyet etmiş. Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
“-Ne yaptın bu adamın ördeğini?” Fırıncı:
“-Uçtu” demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış: Ördeğin karşısında “tayyar” yazılı. Tayyar “uçar” anlamına gelir;
“-O halde ördeğin uçması suç değil” diyerek fırıncının beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
“-Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkarırsa, o müslimin tek gözü çıkarıla…” Davacı, “Ne olacak şimdi?” diye sorunca, Karakuşi Kadı:
“-Şimdi” demiş, “-Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.” Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Karakuşi Kadı çocuğunu kaybeden kadının kocasına da:
“-Tamam”‘ demiş, “Senin karın kaç aylık hamile idi?”
“-Sekiz aylık.”
“- Karın yeniden hamile olursa, ilk sekiz ay bu adamın yanına göndereceksin, sekiz ay ona bu bakacak.” Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış; fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi’ye sormuş:
“-Senin şikâyetin ne bre?..” Yahudi ellerini açmış:
“-Ne diyeyim kadı efendi. Adaletinle bin yaşa sen emi!”
Zalimlerin adaleti, genellikle adalet kavramının çarpıtılması ve güç odaklı bir düzenin kurulması anlamına gelir. Gerçek adalet, hakkaniyet ve eşitlik üzerine kuruluyken, zalimler adaleti kendi çıkarlarına göre şekillendirebilirler.
Zalimler, adaleti güçlü olanın üstünlüğü olarak görebilirler. Hukukun ve ahlaki değerlerin yerine, otorite ve baskı ön plana çıkar. Bu tür bir adalet anlayışı, zayıf olanların haklarını göz ardı eder.
Zulüm ve Adalet
Gerçek adalet, tarafsızlık ve eşitlik gerektirir. Ancak zalimler, adaleti kendi çıkarlarına uygun şekilde uygulayarak çifte standart yapabilirler.
Mesela, kendilerine yakın olanları korurken, muhalifleri cezalandırabilirler.
Zalimler, yasaları adaleti sağlamak için değil, kendi güçlerini pekiştirmek için kullanabilirler. Hukuk sistemini kontrol ederek, meşru olmayan uygulamaları yasal gösterme çabası içinde olabilirler.
Gerçek adalet, mazlumların hakkını korur. Ancak zalimler, mazlumları susturarak adaleti kendi lehlerine çevirmeye çalışırlar. Bu durum, toplumda adaletsizlik ve korku ortamı meydana getirir.
Zalimlerin adalet anlayışı, kısa vadede güçlü görünse de uzun vadede toplumun çöküşüne ve huzursuzluğa yol açar. Gerçek adalet, hakkaniyet, eşitlik ve vicdan üzerine kurulmalıdır.
Adalet, insanoğlunun en temel arayışlarından biridir. İnsanlar ve toplumlar, adaletin sağlanması için mücadele ederken, bu kavramın ilahi bir yönü olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
İslam düşüncesinde, zalimlerin dünyada adaleti çarpıtmaları ilahi adaletin gerekliliğini ortaya koyar.
Adl ismi, Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğunu ifade eder. Kâinatta görülen mükemmel düzen, varlıklar arasındaki ölçülü denge ve hayatın anlamı, Adl isminin tecellisiyle şekillenir.
Adl ismi, her şeyin hakkaniyetle, ölçüyle ve eksiksiz yaratıldığını gösterir. Kâinatın işleyişinden en küçük canlılara kadar her şey belirli bir düzen içinde yaratılmıştır.
Mesela, gezegenlerin yörüngeleri birbirine uyum sağlar, kâinatta rastgele bir duruma rastlanmadığı gibi; hassas bir hesaplama vardır. Yine ekosistemlerde, her canlı kendisine uygun şartlarda yaşar ve hayatın sürdürülebilirliği sağlanır.
Bediüzzaman Hazretleri, Adl ismini kainattaki hikmetli ölçünün kaynağı olarak ele alır. Allah’ın koyduğu bu düzen, insanlara adalet anlayışını kazandırmak için de bir örnek teşkil eder.
Adl isminden gelen ilahi düzen, adalet kavramının temelini oluşturur. İnsanlar arasında adaletin sağlanması için hak, hukuk ve eşitlik prensipleri geliştirilmiştir. Ancak dünya hayatında tam anlamıyla bir adalet sağlanamadığı görülür.
Bediüzzaman Hazretlerine göre, dünyadaki adalet eksikliği ahiretin gerekliliğini ortaya koyar. Mutlak adalet, ancak ilahi mahkemede, yani ahirette gerçekleşecektir.
Çünkü zalimlerin cezasız kalması, mazlumların hakkını alamaması, ancak sonsuz adalet mekanizması ile tam anlamıyla çözülebilir.
İnsanın hayatı, adalet arayışı ile şekillenir. Kâinattaki düzeni kavrayarak adaletin ilahi bir prensip olduğunu gören kişi, adil yaşamayı, hakkaniyetle hareket etmeyi ve toplum düzenini korumayı öğrenir.
Adalet, bireylerin ve toplumların huzur içinde yaşamasını sağlayan en önemli kavramdır. Adl isminden gelen ilahi ölçü ve denge, insanların adaleti sağlama çabalarını anlamlı kılar.
Böylece Adl’den adalete yolculuk, hem ruhî bir uyanışı hem de sosyal bir düzen arayışını ifade eder.
İslam’da adalet; hakkaniyet, eşitlik ve doğruluk temellerine dayanır.
Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın sünneti; adaletin yalnızca hukukî bir kavram değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk olduğunu vurgular.
Allah’ın Adl ismi, kainattaki düzenin mükemmelliğini ifade ederken, insanoğlunun bu ilkeye uyması gerektiğini hatırlatır.
Kur’an’da, adaletin sağlanması gerektiği şu şekilde vurgulanır:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun…” (Nisa Suresi;135. ayet).
Bu ayet, adaletin herkes için geçerli olduğunu ve insanların haklarını koruma yükümlülüğü taşıdığını gösterir.
İslam tarihinde adalet, hukuk sistemleri, sosyal yapılar ve yönetim anlayışları içinde kendini göstermiştir.
Mesela Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın Medine Vesikası ile farklı inanç gruplarına eşit hukuki haklar tanınmış ve toplum adaleti sağlanmıştır.
Aynı şekilde Hz. Ömer’in (ra) meşhur adaletli yönetimi ile İslam hukukunun temel prensipleri genişletilmiş; devlet yönetimi hakkaniyetli bir şekilde yürütülmüştür.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de İslam hukuku ve adalet anlayışının devlet sistemlerine entegre edilerek gelişmesi sağlanmıştır.
Bu sistemlerde kul hakkı, sosyal refah ve tarafsız yargı gibi kavramlar ön plana çıkmıştır.
Günümüzde, adalet anlayışı global bir mesele haline gelmiş ve evrensel hukuk ilkeleri düzenlenmiştir. Ancak adaletin tam olarak sağlanamaması toplumlarda huzursuzluklara yol açmaktadır.
İslam’daki adalet prensipleri ve eşitlik anlayışı; herkesin haklarının korunmasını teşvik eder. Şura ve meşveret anlayışı; demokratik hukuk prensipleriyle örtüşmektedir.
Ayrıca faizsiz ekonomi sistemleri ve gelir adaleti; ekonomik adaleti güçlendirebilir.
Sonuç olarak, İslam’ın adalet anlayışı, günümüzde hala ilham veren bir model olmaya devam etmektedir. Ancak bu ilkelerin uygulanması; insanların ve toplumların hukuku, ahlaki değerlerle bütünleştirmesi ile mümkündür.
Benzer konuda makaleler:
- Mehmet Kutlular: Şahsa değil sisteme bağlıyız
- Risale-i Nurda “RUH” kavramına farklı bir bakış
- İslam ve Demokrasi
- Mehmet Kutlular: Bir nur talebesinin siyasetteki istikameti