Âhirzamanın başlangıcı

Bediüzzaman diyor ki:

Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne–i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, “Âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”

Elcevap: Evvelâ, fitne–i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.

(Sikke–i Tasdik–i Gaybi, s. 145)

 

(Sûre–i İbrahim’in başındaki âyet ki, Birinci Şuâ’da remzî ve işârî mânâları izah edilen 29. âyettir.)

Âlem–i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb–i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam–ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi “El Azizi’l–Hamid” kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

(Şuâlar, s. 620)

Darbe, cinayet, meşrûtiyet, aynı yıl peşpeşe yaşandı

Yukarıdaki iktibaslardan da anlaşıldığı veçhiyle, uzun bir müddeti içine alan âhirzamanın şümûlüne giren “helâket ve felâket asrı”nın başlangıcı, tarihimizde en dehşetli hadiselerin zuhûr ettiği 1876–78 yıllarına tekabül ediyor.

* Sultan Abdülaziz’i bir askerî darbe ile tahttan indiren, hemen ardından onu çok fecî ve bir o kadar da sinsî şekilde katlettiren gaddar adamlar, o tarihte ortaya çıktı.

* 93 günlük padişah Sultan V. Murad’ın ruh sağlığını bozduran elim vak’alar, o günlerde yaşandı.

* Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçtikten hemen sonra I. Meşrûtiyeti ilân etmesi, Kànun–i Esâsinin yürürlüğe girmesi ve parlamentonun açılması, yine aynı tarihte vuku buldu.

* Osmanlı tarihinde “Küçük Kıyâmet” diye anılan ve bin yıllık tarihimizin en büyük muhaceretine (aynı zamanda can ve mal kaybına) yol açan meş’ûm “93 Harbi”, aynı dönemde yaşandı.

* Nihayet, “Helâket ve felâket asrının adamı” olarak tarihin tescil ve tasdikine mazhar olan Bediüzzaman Said Nursî’nin dünyaya teşrifleri de yine aynı döneme tevâfuk etti.

Yeni bir oluşun sancısı

Tanzimat (1839) ve ardından gelen Islâhât Fermanı (1856), aslında dahilde yaşanan bir sancının tezahürü ve bir yenilenme ihtiyacının neticesiydi.

Ne var ki, bu reform hareketleri de yaşanan şiddetli sancıyı dindirmeye ve duyulan yenilenme ihtiyacını karşılamaya yetmedi.

Zira, imparatorluk sistemi ve monarşik düzen sadece Osmanlı’da değil, dünyanın her yerinde çatırdamaya başlamıştı. Bu tarz totaliter rejimlerin sonu görünmüştü artık. Bu yöndeki gidişatı devrin siyasileri görmüyordu. Ancak, onların görmemesi, mukadder akıbeti değiştirmiyordu.

Öte yandan, tâ 1800 yılı başlarından itibaren, gerek ordu ve gerekse sivil bürokrasinin hemen her kademesine yerleşen masonlar ve dönmeler (Selanikli Sabetaistler), en büyük şiârı İslâma hizmet olan Osmanlı’yı içten içe kemirerek çökertmeye çalışıyordu.

Onların bu sinsî faaliyetleri, kısa bir süre sonra zakkum meyvelerini vermeye başladı.

Ardı ardına yaşanan Yeniçeri isyanları, Sultan III. Selim’in katledilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa vak’asının da dahil olduğu 1808’deki kanlı boğuşma ile 1826’da Yeniçeri Ocağının kapatılması esnasında yaşanan fecî katliâmlar, devletin kalbine yerleşen mason komitası ile dönmelerin yaptığı tahribatın derecesini gösteriyordu.

Ne var ki, bütün bu yaptıklarıyla da yetinmediler. Osmanlı’nın kalbine daha öldürücü darbeyi indirmenin plânlarını yapmaya koyuldular.

Böylelikle, Cengiz ve Hülâgû fitnesini dahi geride bırakan “en dehşetli asrın” fitilini ateşlemiş oldular.

1876’da, içerideki hainler ile dışardaki zalimlerin müttefik olarak hareket etmesi sonucu, tesirli neticeleri günümüze kadar yansıyan helâket ve felâket zincirinin ilk halkaları teşekkül etmeye başladı: Darbecilik, cuntacılık, gizli cinayetler, istibdat, meşrûtiyet/demokrasiye muhalefet, kànunları çiğneme keyfiliği, hakkı kuvvette görme ve gösterme desiseleri, vesaire…

Yanlışa yanlışla mukabele hastalığı

1876’ya kadar on beş yıl müddetle padişahlık yapan Sultan Abdülaziz’in bazı hata ve kusurları vardı.

Osmanlı padişahları arasında en çok dünyayı gezmiş görmüş olmasına ve bilhassa Avrupa’daki meşrûtî sistemlerin güzelliklerine şahit olmasına rağmen, kendi ülkesindeki hürriyet ve meşrûtiyet arayışlarına hakkıyla taraftar olmadı. Hatta, yer yer baskıcı uygulamalara taraf oldu, en azından sessiz kalmakla yetindi.

Meselâ, Genç Osmanlılar diye ortaya çıkan Ahrar–ı Osmaniye Hareketinin mensuplarına ciddî bir serbestlik imkânını sağlayamadı. Hatta, bir kısmının hapis ve sürgün gibi cezalara çarptırılmasına seyirci kaldı. Önemli bazı Ahrarlar da çareyi yurt dışına kaçmakta buldu.

Yani, hür rejimlerin mütebessim çehresini görmüş olan Sultan Abdülaziz bile, istemeyerek de olsa istibdat rejiminin devamını ister bir hale sürüklendi.

Ancak, bütün bu hata ve eksikler, yine de onun tahttan indirilmesini, hele hele katledilmesini haklı çıkarmaz.

Yani, bir yanlışa bir başka yanlışla mukabele edilmez ve edilmemeli.

Darbeci katiller, başlangıçta her ne kadar padişahın ölümüne “intihar süsü”vermeye çalıştılarsa da, bunda muvaffak olamadılar.

O dönemin şartlarına göre hazırlanan otopsi raporuna göre, Sultan Abdülaziz’in her iki bileği de keskin bir makasla kesilmiş ve kan kaybından vefat etmiştir.

Raporda, ayrıca “Bileğini kesen bir kimse, aynı kesik bileğiyle diğer elin bileğini kesemez” deniliyordu ki, akla, mantığa pek yakın bir ifadedir bu.

Demek ki, halife sultan hünharca katledilmişti ki, daha sonra kurulan Yıldız Mahkemesi de aynı kanaate sahip olmuş ve suçluları cezalandırma cihetine gitmiştir.

Kezâ, “hafif istibdat” rejiminin 33 yıllık mimarı olan Sultan Abdülhamid’in de, şüphesiz ki siyaseten büyük hata ve kusurları vardı.

Şahsiyeti itibariyle, veli derecesine mazbut ve merhamet sahibi bir padişah olmasına rağmen, dahilî siyasette müsbeti değil, menfi yolu ihtiyar etmiştir. Birtakım bahanelerle ve etrafındaki müdahanecilerin de telkinleriyle, Meşrûtî sistemi askıya aldı, Meclisle birlikte Kànun–i Esâsîyi işlemez hale getirdi.

Neyse ki, sonunda bu büyük hatasını telâfi yönüne gitti. 1908’de Meşrutiyeti yeniden ilân ve tatbik etmeye başladı. Ancak, buna rağmen, zalim gaddarların ve sinsî münafıkların hışmına uğramaktan kurtulamadı. Kendisi, hem haksız bir sûrette tahttan indirildi, hem de haysiyet kırıcı bir şekilde sürgüne gönderildi.

Sürgün yeri Selanik olarak belirlendi. Zira, Selanikliler onun yerine göz koymuşlardı. Saltanat makamını işgal eden Selanikliler, o gün bugündür devletin kilit noktalarında mevzilenmiş durumda.

İsimleri Türk, dinleri de İslâm diye göründüğü için, kimse onları hakkıyla tanımıyor, tanıyamıyor. Hatta, hiç de Türk olmayan öyle ekâbirler var ki, Türk’ün baş tacı olarak telâkki ediliyor.

Bu da, Türk milletine karşı en büyük bir hakaret ve ihanet olsa gerektir.

Mücadele devam ediyor

Beşer tarihinin son devresi olan âhirzamanın müddeti uzundur. Üstad Bediüzzaman, bu uzun müddetin bir faslında yaşadığını beyan ediyor.

Âhirzamanın en bâriz göstergelerinin başında, iman ve küfür mücadelesi geliyor. Bu sahadaki mücadele, kıyâmete kadar da sürüp gidecek.

Bu dehşetli zamanın bir diğer göstergesi ise, hürriyet ile istibdat, meşrûtiyet ile ihtilâl, kànun hâkimiyeti ile keyfilik, medeniyet ile sefahet arasındaki mücadelenin kıyasıya yaşanmasıdır.

İşte, bütün bu hâl ve vaziyetler, bilhassa Hicrî 13. asrın sonları olan 1876’dan itibaren meydanda görünmeye başladı.

Bu süre zarfında, birçok darbe oldu, uzun uzun dikta ve ihtilâl dönemleri yaşandı. Ayrıca, kısa aralıklarla da olsa, hürriyet ve demokrasi havası teneffüs edildi.

Topyekûn mücadele, bütün şiddetiyle devam ediyor. Küfrün ve diktatörlüğün beli kırıldı; ancak, tehlike yine de bertaraf edilmiş değil.

Dolayısıyla, gizli–açık taarruzlar devam ediyor. Taarruzun en tehlikeli olanı ise, bilhassa içeriden gelen, dost kisvesine bürünen, yani sûret–i haktan görünen saldırı veya sızma hareketleridir.

Bu da, yaşadığımız devrin âhirzaman olduğunun kuvveli bir delilidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*