AKP cemaat çatışmasından sulh çizgisi…

Şu yazımızdaki cemaat kelimesi elbette bir cemaatle sınırlı değil.

İktidar ile bütün cemaatleri kapsayan bir başlık olarak düşünmüştüm. Kemalizmin münafikâne istibdadıyla baskı altında tuttuğu cemaatlerin kimliklerini hiçbir zaman açığa vuramadıkları düşünülürse, şu çatışmada doğru bir analizin mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Hele iktidarın, cemaatleri Kemalizmde olduğu gibi “gizli örgüt” olarak tanımlaması, meseleyi tamamen bir kaosa dönüştürüyor. Devleti cemaatten kurtarmaya çalışan iktidar, bu yaklaşımla bürokrasideki Kemalistlerin bütün dindarları silmesine mani olamaz, kanaatindeyiz. Kendilerini “Millî Görüşçü” olarak tanımlayan AKP etrafındaki küçük azınlığın da, devlet kapısından en son çıkacaklar olması, yukardaki tezimizi zayıflatmıyor.

Kur’ân ve hadîs barışı methediyor. Barışın fıtrat olduğunu vurguluyor. Şu son çatışma da gösterdi ki, Türkiye’deki idare, siyaset, cemaat ve sivil toplum bugüne kadar fıtrî mecrasında akmamış ve akmıyor. Siyasetin dilinde pelesenk olmuş “demokrasiye” yüz seksen derece zıt yürüyen mevcut iktidar, Türkiye’nin kapıldığı bu dehşetli akıntıyı, menfaatleri uğruna görmemezlikten geldi. Global aktörlerle dansa kalkan AKP’nin altyapı ve bilgi yetersizliğinden dolayı dünya konjonktürünü okuyamaması yalnızca bize zarar vermekle kalmadı.. Başta AB ve İslâm ülkeleri olmak üzere dünyayı maddî manevî büyük zararlara uğrattı. 12 Eylül gibi dessas bir ihtilâlin programından ayrılmayan iktidârın mahiyetini gizleyen vazifeli medyanın gördüğü değişimi AKP’nin hâlâ görmezlikten gelmesi, ülkeyi ve milleti daha büyük zararlara sürükleyecek gibi görünüyor.

DEMOKRASİ OLSAYDI…

İnsanî değerlere ve demokrasiye düşman Kemalizme  yapılan medihlerle geldiğimiz yer burası. Kemalizmin demokrasiye, insanî hukuka ve evrensel değerlere aykırı olduğunu anlatmaya çalışan AB’li dostlarımızı içişlerimize, egemenliğimize ve Türklüğümüze karşı diye düşman ilân etmenin işte vahim sonucu, Kemalizmin temelleri üzerinde demokrasinin mümkün olmadığını önce de söylemiştik. Yine “ilke ve inkilâpların” tabu telâkki edildiği bir ülkede milletin birinci sınıf vatandaş olamayacağını ve ne Avrupa ile ve ne de İslâm dünyası ile entegre olunamayacağını birçok defa yazdık ve söyledik…

12 Eylül hukukunu gizliden gizliye neredeyse takdis eden düşünceyle, insanî ve İslâmî değerler açısından yerlerde sürüneceğimizi söylememize rağmen, AKP kadroları hipnoz, propaganda ve sihirle milletin ekseriyetini maalesef şimdiye kadar teshir etti. Kendisine ihanet ettiğini iddia ettiği cemaatin bu süreçte kendisine yaptığı en yüksek düzeydeki servisi unutmaması için medya arşivini görünür bir yere koymalı AKP kurmayları…

Hürriyet, meşveret, demokrasi, meşrûtiyet ve insan hakları gibi şeylerin fıtrî değerler olduğunu, milliyetlerinin olmadığını, vatan ve dinlerinin olmadığını bildiğimiz halde uygulamalarımız bunlara ters düşmeseydi, hükümet de, cemaatler de meşrû mecralarında akacaklardı. Milletin murakabe ettiği, başarılarını tebrik ve millî projelerine destek verdiği bir hükümet olabilirdi AKP…

Demokrasi olsaydı, Tayyip Beyin yanı sıra en az yirmi-otuz sorumlu ve inisiyatif sahibi siyasetçi olacaktı iktidar cenahında… Avrupa ve Amerika’da olduğu gibi hükümetin icraatını geniş heyetler belirleyeceklerdi. Çok sür’atli hareket etmese de “doğru, âdil, şeffaf ve hesap verebilir” bir hükümet olacaktı. Demokrasinin olmadığı idarelerde, yöneticiler zamanla kendilerini ülkenin maddî-manevî faydasının merkezine yerleştirebiliyorlar. Demokrasilerde, herkesin sınırları belli, hareket alanları çizili ve söyleyebilecekleri de hududlandırılmıştır. AKP kurmayları demokrasiye çalışsalardı, muhalefetten bol bol âyet ve hadis dersi almaya mecbur kalmazlardı. Tayyip Bey, 12 Eylülcülerin tahrip ettikleri “seçim kanununu” zamanında düzeltmediğine çok pişman olabilir.

Cemaatin iktidara kafa tutmasının sebebi de müstebit ve münafık Kemalizmdir. Her türlü şeffaflığa karşı ve dindarlara düşman Kemalizm, maalesef kimlik sorunlu dinî cemaatleri netice verdi. Takiyye ile tedbir arasındaki çizgileri tesbit eden Bediüzzaman gibi bir rehber kaale alınmayınca, değişken havalara ayak uydurmaya çalışan cemaatler de duraklarda beklemeye tahammül edemediler. Hareket halindeki otobüslere binip meçhul hedeflere yöneldiler… Bilmedikleri şey ise, ihtilâl, devrim ve antidemokratik usûllerle çalışan otobüslerin, onları selâmetli menzillere bırakmayacağı gerçeği idi.

SULH İÇİN ÇARE…

Dış müdahalenin Osmanlı’da 31 Mart’ta meydana getirdiği kaos, bildiğimiz gibi büyük zulümlere kapı aralamıştı. İstibdadın biriktirdiği keyfîlik, kanunsuzluk ve ittihatçıların fert istibdadından komita istidadına geçişleri, büyük karmaşaları netice vermişti.  Bediüzzaman’ın o keşmekeşli zemindeki beyanı günümüz için de geçerlidir: Afv-ı Umumî, sulh-u umumî ve ref-i imtiyaz…

Elbette bilerek su-i istimale gidenlerin yakasına kanun-u adalet yapışacaktır. Cemaatler de vazifeleri olmayan devlet işlerinden olabildiğince uzaklaşmak zorundadırlar. Bilhassa dinî cemaatlerin devlet ve millet paralarının dolaştığı çevrelerde zinhar görünmemeleri gerekiyor. Onların siyasete doğrudan katılmaları, muarızlarını dine düşman edeceğinden, bundan kaçınmaları gerekir.

Daha doğrusu cemaatler milletle entegre olurlarsa, sulh çizgisi daha kolay yakalanır diyoruz. Milletin okullarını, sağlık ve eğitim kurumlarını bir tarafa terk ederek, paralel kurumsallaşma ile devletin yükünü yüklenmek, çıkar yol değil. Kemalizmin bunaltıcı nifak ve dinsizliği cemaatleri müesseseleşmeye götürmüş olsa da, çıkışın insanî değerler ve temel hak ve hürriyetler adına Kemalizmle yüzleşmekte olduğuna bütün sivil toplumun dikkatlerini çekmek; vatanını ve milletini seven herkesin vazifesi olmalı, diyoruz.

Sulh için çare hükümetin de, cemaatlerin de adalet ve demokrasi çizgisine yönelmeleri.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*