Âlem-i İslâmın mütemerriz noktasına tekraren arz ediyorum…

1908 tarihinde 2. Meşrûtiyetin ilânı zamanında en çok konuşulan mesele; nasıl bir meclis veya nasıl bir parlamenter sistem tesis edileceği hususunda idi. Değişik fikirler neticesinde, malûm meclis kuruldu. Fazla da uzun sürmedi.

Bediüzzaman Hazretleri, nasıl bir yönetim sistemi olacağı hususunda daha 2. Meşrûtiyetin başlarında Jön Türklere muazzam bir sistematik yapıyı teklif etti. Başta Jön Türkler bu fikri kabul etmedi. Ancak gelişen olaylar sürekli feshedilen meclislerle devlet idaresinin sürekli akamete uğraması ve devam eden Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’ndaki mevcut sistemin başarısız olması neticesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin ne kadar haklı olduğunu acı tecrübelerle ispat etti.

Jön Türkler ilk teklifin ardından 12 yıl sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin fikrini kabul ettiklerinde de iş işten geçmiş ve meclis Sultan Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920’de fesholunmuştu.

Üzerinden yaklaşık 108 yıl geçmesine rağmen parlamenter veya demokratik sistem tartışmaları halen sürüyor.

Üstad Hz.lerinin bu muhteşem ve hayranlık uyandıran sistem fikri halen tazeliğini koruyor. Biz de Üstad Hz.lerinin ifadesiyle “âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyoruz”

Ümid edilir ki; Avrupa Ülkeleri, tek parlamento, tek para, tek sınır ve hizmet serbestisi ilkelerini kabul ederek aralarındaki sınırları kaldırmışken, Amerika Kıt’ası Lafta Birliği ile kısmen de olsa birliğini tesis ederken, Asya Kıt’ası’nda hususan çelik ve doğal gaz meselesinde yavaş yavaş da olsa birliğin ehemmiyeti görülüp uygulanırken bize de bir ders olur.

Evet herkes hususan Müslüman ülkelerinin bir ve birlikte hareket etmesini ister, lâkin; nasıl olacağı sorusuna, kimse kesin ve net bir cevap veremez. İşte Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu noktada, adeta bütün suallere mukni bir cevap ve ders veriyor.

Toplumların, ırkların ve bölgelerin yapısına göre kanunların değiştiği, artık doktrinde kabul edilen bir vakıadır. Bu sebeple, Amerika’daki eyaletlerin kanunlarının bir kısmının diğerinden farklı olduğunu, bir bölgeye veya ülkeye gayet güzel ve tam uyan bir kanunun başka ülkede uygulanamadığını, acı tecrübelerle Dünya öğrenmiş bulundu.

Yüzyıla yakındır, 1896 İtalyan Zenardelli Ceza Kanunu’nun Türkiye’de uygulanmaya başlamasının ardından aslında pek de bize uygun olmadığını, Alman Borçlar Kanunu’nun ülkemizde uygulanmasının da aynı başarısız neticeyi verdiğini maalesef çok çok acı tecrübelerle öğrenmiş olduk.

Bu gün, Dünya’da eğitim sistemindeki başarı derecemiz, aile hayatımız, dürüst ve temiz ticaret ile sosyal hayatımızdaki mutluluk endeksindeki sıramız bu durumu açıklamaya yeterlidir. Müslüman ülkelerinin durumunu anlatmaya insanın dili bile varmıyor.. Neredeyse fırsatını bulsa, bütün Müslüman ülkelerde hayatını idame ettirenler, ilk fırsatta Avrupa veya Amerika’ya gidip yaşamak istiyor. Günümüzde zirveye tırmanan ve Uluslararası düzenlemelerle sınırlandırılmaya çalışılan mülteci krizleri, bunun en büyük izahını tek başına yapıyor. Madem İslâmiyet güzeldir, neden bütün Müslümanlar, Müslüman olmayan ülkelere gitmek istiyor suali karşısında başımız önümüze eğiliyor ve derin teessüratımız lisanı halimizden anlaşılıyor.

Konu çok uzun olmasına ve önünde lastikli kanunlarla tartışılması dahi suç gibi gösterilen konular olduğundan fazla uzatmadan sözü Bediüzzaman Hz.lerine bırakalım.

Bediüzzaman Hazretleri, Sünûhat isimli eserinde “Bidayet-i Hürriyette şu fikri Jön Türklere teklif ettim, kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin Meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum.” diyerek söze başlar. (Eski Dönem Eserleri Yeni Asya Neşriyat s. 484)

Devamında gerekçelerini izah ederek “Saltanat ve hilâfet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır.” tesbitiyle aslında hükümetin idaresi ile hilâfetin ayrılmaz oluğunu ifade eder.

Denilebilir ki hilâfet kaldırıldı. Ona da cevabı “Merkez-i Hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir.” şeklindedir. Ne yazık ki bugün kendini halife ilân edenlerden geçilmemektedir.

“Binaenaleyh, bizim Padişahımız hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâm’ın bayrağıdır. Saltanat itibarıyla otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilâfet itibarıyla üç yüz milyonun mâbeynindeki rabıta-i nuraniyenin mâkes ve istinatgâh ve medetkârı olmak gerekir. Saltanatı sadâret, hilâfeti meşihat temsil eder.” tesbitinden sonra “Sadâret, meşihat, iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesâvi olmazsa, ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilâh eder.” şeklindeki izahıyla:

Bir padişahın (başkan, devlet başkanı, Cumhurbaşkanı) olmasını ve zaman gösterdi ki bu padişahın hem sultan hem halife ve hem de âlem-i İslâmın bayrağı olduğunu ifade eder.

Ancak burada padişahın sultanlığını “sadâretin (başbakanlık, bakanlar kurulu), halifelik ünvanını da meşihat dairesinin (Yüksek İslâmî heyet, kısmen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir heyet) temsil etmesi gerektiğini beyan eder.

Ancak en mühim husus her iki heyetin ve meclisin “mütesavi” olmasıdır. Yani denk kuvvetler kabul edilip “kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam ve eksiksiz uygulanmasıdır.

Üstad Hazretleri bu Meclisin kimlerden teşekkül etmesi gerektiğini dahi şöyle izah etmiştir.

“Birşey mâ vudia lehinde istihdam edilmezse atâlete uğrar, matlup eseri göstermez. Binaenaleyh, mühim bir maksat için tesis edilen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, meşihattaki devairin rüesasıyla beraber şûrânın âzâ-yı tabiiyesi addetmek ve hariçteki âlem-i İslâmdan, şimdilik on beş, yirmi kadar İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehap ulemasını celb eylemek, bu mesele-i uzmânın esasını teşkil eder.”

Yani Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye (Kısmen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir heyet) diğer İslâm ülkelerinden de seçilecek ve herkesin itimadını kazanmış kişilerin de katılımıyla oluşturulacak bir heyet Meşihat dairesinin tabiî bir üyesi olmalıdır.

Evet İslâm ülkelerinin hepsine söz geçirebilecek yalnızca “Hilâfet Makamıdır”. Eğer günümüzde bütün İslâm ülkelerinin kabul edeceği bir hilâfet makamı bulunsaydı; acaba bu kadar anarşi, bu kadar ihtilâf ve bu kadar bölünme olur muydu? sualini insan düşünmeden edemiyor.

Üstad Hazretleri dersinin başında gerekçe olarak: “Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmişse terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf göstermişse tedennî etmiştir. Başka dinde, bilâkis, kuvveti zamanında vahşet, zaafı zamanında temeddün hâsıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak, yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nispetle ayrı bir husûsiyete malikiz; onlara kıyas edilemeyiz.” sebeplerini sıralıyor.

Bediüzzaman Hazretleri işin esasının artık şahıs zamanının bittiği hükmünden yola çıkarak belirtiyor.

Üstelik bunun dinin emri olduğunu hem de içtimaî hayatın artık bunu mecburi kıldığını:

“1: “Onların işleri, aralarında yaptıkları istişare iledir.” (Şûrâ Sûresi, 42:38.)

2: “İşlerinde onlarla istişare et.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.)

Âyetlerinden sonra:

“Hem nasıl oluyor ki, umurun besateti ve taklit ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine meşihat bir şûrâya, lâakal kazaskerler gibi, mühim şahsiyetlere istinat ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklit ve ittibâ gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.” şeklindeki izahıyla hükmü Kur’ânînin ne kadar elzem olduğunu ispat eder.

Üstad Hazretleri bu sistemin uyması gereken üç mühim hakikatı başka yerlerde hususan beyan etmiştir.

Birincisi ve halihazırdaki en mühimi Lem’alar isimli eserinin 16. Lema’sındaki “ikinci meraklı sual” kısmındaki tesbitidir.

“Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.

Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.” (Lem’alar Yeni Asya Neşriyat, 2006 Baskısı Sayfa 155)

Yine bu hakikati Divan-ı Harbi Örfi isimli eserinde sen de Şeriat istemişsin sualine verdiği cevapta “fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil “ ifadesiyle özetler. (Divan-ı Harbi Örfi Yeni Asya Neşriyat, 2011 Baskısı Sayfa 46)

Yani siyasal İslâm’ın asıl zararının daha fena olduğunu, dinin siyasete alet edilemeyeceğini, tepeden binme kanunlarla dine hizmet edilemeyeceğini beyan eder. Yani; birinin başını kanun gücüyle örttüğünüzde, aslında, İslâma hizmet etmezsiniz, tam aksine; en büyük zararınız dine olur.

İkincisi: Birinin hatasıyla başkasının mesul olmayacağını beyan eder. Kur’ân-ı Kerîm’de beş ayrı yerde geçen hakikatı ifade eder. Bediüzzaman Hazretleri, bu âyeti Risale-i Nur’un bir çok yerinde ısrarla izah etmiştir.

Bir tanesi: “İşte, bir köyde bir hain bulunsa, o köyü mâsumeleriyle imhâ etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifnâ etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zâlimanesine serfurû etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harap etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetvâ veriyor.”

Yine bu tesbit düşünüldüğünde; acaba; Dersim faciasından tutun da “vurma Hamidiye vurma, şapka da giyeceyük, vergi de vereceyük” gibi türkülerin neş’etine sebep olunur muydu? Masumların canına kasteden canlı bombalar olur muydu? Günümüzdeki bir çok zalimane ve milleti perişan eden tefrikalar hasıl olur muydu? diye kendi kendimize sormadan edemiyoruz.

Üçüncüsü ve diğer esasların mayesi, ayrılmazı olan: “Cumhuriyet ki,

(HAŞİYE: O zaman Meşrûtiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.” şekliyle ifade edilen hakikattir. (Hutbe-i Şamiye, s. 93)

Evet, kuvvet kanunda olmalı ve kanun her daim üstün olmalı. Şahsa veya zümrelere göre kanunlarla bir devletin idare edilemeyeceğini, devletin ve milletin bekasının, adaletle olacağını tarih bize daima ders vermiştir.

Şu hakikatleri İslâm ülkeleri anlasa, şimdiki perişaniyet halimizin ne olacağını, insan, düşünmeden edemiyor.

Bu meselelere dair izahları, diğer Risale-i Nur eserlerine ve geçtiğimiz günlerde çıkan ve baştan sona adeta tarihte bir ilki gerçekleştiren Köprü Dergisinin 136. Sayısına havale ederiz.

Mustafa Özbek

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*