Sebep, “Sen olmasaydın Habibim, felekleri yaratmazdım” hitabına mazhar olan Peygamberimizden (asm) muvakkaten bir ayrılıktır. Uğruna ve yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Âlemlerin Efendisine (asm) destek olmaktan ve hizmet etmekten terhis olma hüznüdür. Ancak bir gerekçesi ve bir sebebi daha vardır ki, bizlere eşyanın hakikatını ve melekûtunu ve insan olan insanın vazifesini ve misyonunu hatırlatır, ikaz eder. Mektûbât’ta bahsedildiği gibi Peygamberimiz (asm) izah ediyor: “Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlâhînin iftirakındandır ağlaması.”
Peygamberimizin (asm) ifadesinde hem büyük bir tevazu var, hem de büyük bir hakikatın beyanı var. Evet kuru direğin ağlamasının sebebi, hem Peygamberimize (asm) olan hasrettendir, hem de Allah’ın zikredildiği yüksek bir mevkiden ayrılmaktandır. Bediüzzaman Hazretlerinin bu gerekçeyi ve izahı zikretmesi önemlidir.
Gerçekte, Peygamberimize (asm) olan hasret ile, Allah’ın zikredildiği mescidleri, medreseleri, dershaneleri birbirinden ayrı düşünmemek gerekiyor. Çünkü zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin, her nerede ve her ne zaman olursa olsun, bir makam ve mevkide marifetullahtan bahseden ilim varsa ve orada Âlemlerin Rabbinin sıfat ve isimlerini ve mânâlarını zikreden iman ehli varsa, Peygamberimiz (asm) oradadır. Zikir ve mânâsı yoksa da derin bir hasret vardır. Hele bir zamanlar derslerin, sohbetlerin yapıldığı mekânlar artık tenhalaştı ise, müdavimleri ve talebeleri ihmalkâr ise “Evimizde de okusak olur” ya da “okuduklarımız ve dinlediklerimiz yeter” deniliyorsa, oradaki eşyanın feryat ve figanlarını duyamayışımız kalb ve akıl kulağımızın zafiyetindendir, sağırlığındandır.
Yirmi Dördüncü Söz’den hatırlanacak olursa, hayvanlar ve kuşlar âleminin, nebatat ve bitki âlemine hususan güllere olan aşkını, onların bir temsilcisi olarak ilân eden bülbülden bahsedilir. Onun hazin nağmeleri sanki bütün kuşlar adınadır. Aynen bunun gibi, eşyanın hem Resûl-i Ekrem (asm) Efendimize, hem de zikr-i İlâhîye olan hasreti adına, bir kuru direk, alenî ve açık olarak ağlamış diye düşünmek gerekiyor. Geri kalanın mânevî ya da gizli ağlamalarını duymak ise akıl ve kalb kulağının hassasiyetine bağlı.
Gerçekte canlı cansız, zerrelerden yıldızlara kadar bütün mahlûkat hissiyatını ve kâinat mescid-i kebîrindeki zikir ve ibadetini; gerek hâl diliyle gerekse konuşma diliyle kendine mahsus bir tarzda ifade eder. Kur’ân-ı Kerim muhtelif sûrelerde ferman eder: “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Her biri kendi makamında; kimisi hasretle, kimisi sevinçle, kimisi aşkla…. Öyle olmasaydı küçücük bir arı karmakarışık yeryüzünde yolunu, dev gibi gök cisimleri o uçsuz bucaksız fezada yörüngesini nasıl bulabilirdi? Küçücük karıncalar rızıklarını, koca yıldızlar yakıtlarını nasıl temin edebilirdi?
Kâinat ve yeryüzü muazzam bir mescid ve hatta muazzam bir dershane. Ancak mescitlerde ön saflar ya da Mescid-i Nebevî’de bir bölüm sevap ve faziletçe diğer kısımlardan nasıl çok farklı ise, mescitler ve dershaneler de kâinat mescidinden o kadar farklıdır. Koca kâinat bunlar sayesinde ayaktadır. Elbette kuru direk gibi eşya ancak birilerinin onu götürmesiyle mescide gidebilirdi. İnsan öyle mi? Bu mekânlara gitmek için hür ve serbest ve kazandığı sevap attığı adımla başlıyor.
Firaktan ağlamaların yanında, visâldeki sevinç ve şükür de unutulmamalıdır. Allah’ın Resûlünün (asm) nuraniyeti ile hazır bulunduğu nuranî meclislerde, ders mekânlarında, hava zerrelerinden elektriğe ve ışığa kadar eşyanın ve onlardaki müekkel meleklerin ve ruhâniyâtın zikri ve o sohbete katılmasıyla ifade ettikleri şükür, muazzam bir sürur ve sevinçtir. Bu sevinç ve lezzetten ve muazzam sevaptan mahrum kalmak akıl kârı mıdır?
Yine Risâle-i Nur’da geçer: “Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hâdise-i mu’cizeyi şakirdlerine ders verdiği vakit, ağlardı ve derdi ki: ‘Ağaç, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a meyl ve iştiyak gösteriyor.. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız.’”
Biz de, özellikle felâket ve helâket asrının insanı olan bu zamanın insanı, Kur’ân ve iman hakikatlarına, onun ders ve sohbetlerine daha fazla şevk ve meyle müstehakız ve onlardan daha fazla ihtiyacımız var.
İsterseniz ağlayan ağacın nasıl sustuğunu ve Peygamberimizden (asm) ne istediğini Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) risâlesinden takib edelim: “Cennet’te beni dik ki; benim meyvelerimden Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur.”
Kuru bir direğin talebini geri çevirmeyen şefkatli Nebî, elbette, doğduğunda “ümmetî ümmetî” diyerek ağladığı ümmetinin de taleplerini geri çevirmeyecektir. Yeter ki onun (asm) yolunda olalım ve ağaçlar kadar olsun ona iştiyak ve meyil gösterelim.
Benzer konuda makaleler:
- Okumaya başla ve devam et!
- İnsan, Zaman ve Kadir Gecesi
- Kâinat büyük bir mescit
- Anlaşılmak
- Ya ResÛlallah
- Muhabbete muhabbet edelim
- Huzura nasıl kavuşulur?
- Hayat ve iman
- ‘Kâinatın teşkilâtı’ neyi intâc ediyor?
- Yaradılışın dönüm noktası: Hz. Muhammed (asm)
İlk yorum yapan olun