Almanya-Fransa farkı veya AB hukuk düzeyi

Fransa’nın başörtüsü yasağındaki ısrarı; taraftarlarını erken sevinmeye sevk ederken, karşı olanları da yer yer ümitsizliğe düşürüyor. Paris’in AB içerisinde, tarihî geleneğinden dolayı laikliği “din karşıtlığı” olarak algılayıp uyguladığını uzun zamandan beri söyleye geliyoruz. Fransa’nın, cumhuriyetini ve cumhuriyetinin hukukunu serserilerce gerçekleştirilmiş bir ihtilâle dayandırdığını hepimiz biliyoruz.

 

İhtilâlde temelini bulan bir cumhuriyet ve o cumhuriyetin geliştirdiği hukuk sistemi sair Avrupa ülkelerinden kısmen farklı olacak. Geleneksellik hastalığı ve tarihî reflekslerle Fransa’nın AB hukukunda “dine karşı” sıkıntı çıkaracağı önceden belliydi. Avrupa mahkemesinin Strassbourg’da oluşu ve hatta AB başkentinden Fransızca konuşulması cumhuriyetçi Fransızları yanıltmışa benziyor. Birliğe katılan yeni ülkelerin tutumu ile “hakk ve hürriyetlerin” bilimsel mânâda yeni yeni taban bulması birlik içindeki Fransa’nın hukukî rolünü çok yakında hizaya getireceği kanaatindeyiz.

İhtilâlle resmî bir cumhuriyete, dini kısmen dışlayarak kavuşmuş Fransa’ya bedel Almanya ile kuzey ve doğu Avrupa toplulukları, mezheb kavgalarının açtığı mecrada tam üç yüz sene “hakk ve hürriyet” mücadelesi vererek gelmişler. Çok ilginçtir ki, bu coğrafyalardaki mücadelelerin çoğu dinî orijinlidir. Ortaçağ’ın skolastik baskılarına karşı mücadele de bu topraklarda verilmiş. Wittenbergli Luther’in de içinde bulunduğu topluluk, “dinî inanç ve sembolleri” kullanarak Roma’daki suistimallere baş kaldırmış. Martin Luther başta olmak üzere Cenevre’de molla rejimine benzer bir devlet kurarak protestanlığa katkıda bulunan Johannes Calvin ve meşhur isyankâr rahip Thomas Müntzer gibi orta ve kuzey Avrupa’da hürriyet hareketlerini seslendiren ve düzenleyenler genellikle ilâhiyat tahsili görmüş Almanlardır. Yüz bin kişinin ölümüne neden olan isyanı başlatan Thomas Müntzer’in yapısıyla bizdeki Ali Suavi’nin karakteri arasında paralellikler kurmak da mümkündür. Kilisedeki ayin konuşmalarını Latince’den Almanca’ya ilk başlatan Müntzer’in hedefi, yeryüzünde Allah’ın hakimiyetini tesis etmek ve buna dayalı bir devlet kurmaktı. Bugün Müslümanlara önyargılı bakan birçok Avrupalı, bu Ortaçağdaki Hıristiyan mehzep kavgalarından hareketle İslâmiyeti bu dönemle özdeştirmeye çalışıyorlar. İslâmiyeti ve İslâm tarihini bilmeyen Batılılar Müslümanlıkta da bir reformasyona ihtiyaç olduğunu zannediyorlar. Avrupa Ortaçağ tarihini okumayan bazı Türk aydınlarının “dinde reform” hevesleri de aynı bilgi eksikliğine dayanır. İslâm âlemindeki bazı müfrit Şiî ve Vehhâbilerin Kur’ân’la ilgisi olmayan “yeryüzünde Allah’ın hakimiyetine dayalı devlet” fikirleri de araştırmaya dayanmayan Avrupalıların vehimlerine maalesef kuvvet vermiştir. Şia ve Vehhâbilerdeki bu fikir, papanın hakimiyetine karşı çıkan bazı reformistlerin dine dayalı devlet fikirleriyle örtüşüyor. Bizdeki Fransız ihtilâli hayranları da, üç yüz yıl boyunca devam etmiş dinî muhtevalı başkaldırıların serserilerin idaresindeki büyük ihtilâlle hiç ilgisi olmadığını bilselerdi, reform kelimesiyle ihtilâl kelimelerini aynı havada kullanmazlardı.

Almanya ve Kuzeyliler mücâdelenin içinde milyonlarca evlâdını kaybederek, savaşıp anlaşarak “din-devlet ilişkilerini” oturtmaya çalışmışlar. 1555’deki Augsburg anlaşmasından 1648 Münster-Osnabrück anlaşmasına kadar şiddetli çatışmaları din yolunda yaşayan Avrupa’yı bu yönüyle güney Avrupa’dan ayırmak gerekiyor. Herkesin mezhebince idare edildiği coğrafyaya göç etmeye mecbur bırakıldığı, “Cuis regio, eius religio” (Herkes dinin memleketine…) sözüyle tarihe geçmiş dehşetli günlerin tarihini okuyamayan laiklikle sekularismusun arasındaki farkı anlayamaz. İmparatorlukla kilise arasında 1800’lü yılların başında imzalanan karşılıklı anlaşma daha sonra 1919 Weimer Anayasasında son şeklini alacaktır. Devlet dine ve kiliseye müdahale etmeyecek, kilise de devletin işlerine karışmayacak. Fakat devlet kilisenin vergilerini toplayacağı gibi kiliseden sosyal hayat için gerekli desteği devamlı alacak ve masraflarını bütçeden karşılayacak. Okul, hastahane, yaşlılar evi ve çocuk yuvaları gibi doğrudan halkın ihtiyaçlarına hitap eden bazı müesseselerin idaresi kilisede iken, masrafları devlet tarafından karşılanıyor. Bu sisteme Avrupalılar sekülarizm diyorlar. Bu tarih ve tanıma vurgu yapan Cumhurbaşkanı Johannes Rau Almanya’nın laik olmadığının altını çiziyor.

Fransa, laikliği “tarihî geleneği” içinde ele alırken dünya şartlarını nazara almıyor. Avrupa Birliğini meydana getiren ülkelerdeki hukuk sistemleriyle, din-devlet ilişkilerini hesaba katmıyor. Kan, baskı, kuvvet ve sömürgeciliğe dayanarak varlığını kabul ettirmiş bir cumhuriyetten, yeni Avrupa değerlerine sahip devlet sistemine geçiş elbette Fransa için kolay olmuyor. Büyük ihtilâlden bu yana Avrupa’da üvey evlât muamelesi gören Fransa kilisesi bugün Avrupa kiliseler birliği içinde Avupaî hürriyeti yaşarken, başörtüsü yasağı münasebetiyle devletin vermek istediği gözdağını “çılgınlık” olarak niteliyor. Bugün konuşulan husus şu: Fransa kilisesi Avrupa kiliseler birliğinin kararlarıyla mı hareket edecek, yoksa geleneksel jakoben devlet çizgisinde mi kalacak?

Almanya; çile, ıztırap ve kanla zor-belâ dengeye oturmuş din-devlet ilişkilerine zarar verecek tartışmalardan uzak durmaya çalışıyor. Berlin’in ahlâksız başbakanı ile işi rey ve tarafgirliğe dökmüş bir-iki politikacının tavrı, ülkenin bu hususdaki genel kanaatini etkilemiyor.

Fransa ile birlikte tüm Avrupa’ya yayılan başörtüsü tartışmasını direkt 11 Eylül ile irtibatlandırmak sağlıklı olur mu? Fransa’nın laik anlayışından kaynaklanan kaygı ve sıkıntıları ta 1989’lara kadar uzanır. Yanlız; 11 Eylül’cülerin söylemlerinin Stasi raporlarında yer alması, Paris’teki bazı politikacıların Newyorklu dinozorların aynı kelimeleri paylaşmaları ve bilhassa bizdeki müzmin din karşıtı Selanikliler hânedanıyla bazı komisyon üyelerinin gaye birlikleri ister istemez zihinleri belli senaryolara götürüyor. Mustafa Özcan’ın tesbiti ile Arap basınında; yasakta Yahudi kokusu geliyor, tarzında yer alması yukarıdaki şüphelere kuvvet veriyor.

11 Eylülcüler, Avrupa Birliğinin bu zayıf noktasını kullandılar denilebilinir. Hareketin teorisyenlerinin “kültürler savaşı” tezine kuvvet veren “dinî semboller tartışması,” Türkiye’yi laisizmde örnek gösteren Wolfowitz gibi pratisyenlerin de ısrarla istedikleri “Türk modeline” işaret ediyor. Burada maksat, “dinsiz ikinci Avrupa” lehine netice almaktan ziyade, evvelâ AB ile Müslüman ülkelerin arasını açmak, sonra da yanlız kalmış ve zayıflamış Hıristiyanları değerleriyle birlikte cemiyetin dışına iterek kaos çıkarmaktır. Başörtüsü bu kıtada şimdilik bir savaşın bayrağı olarak dalgalanıyor. Bu bayrak altındaki mücâdelenin Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında olmadığını pek yakında bütün dünya görecektir. AB ülkeleri Fransa’nın aldığı karardan rahatsız olduklarını, bu kararın uygulamalara menfî yansıyacağını belirtiler. Hatta birçok politikacı din adamı ve sivil toplum temsilcisi efkâr-ı âmme önünde Fransa hükümetini ikâz etme ihtiyacını duydular. Vatikan bunların başında geliyordu. Avrupa Birliğinin sosyal ve kültürel alandaki uyum sürecine sıkıntı getirecek bir uygulamayı peşinen reddeden ülkeler belki de problemi Avrupa mahkemesinde temelden çözmeyi de düşünüyorlardır. Zirâ din ve vicdan hürriyetlerinde uyum sağlayamayan AB’nin diğer hukukî meselelerde uyum içinde çalışması beraberinde soru işareti getiriyor.

Yeni Avrupa hukuku veya Avrupaî sosyal devlet anlayışının daha ziyade kuzeyli olduğunu önceden belirtmiştik. Türkiye ve İran gibi cumhuriyeti halktan ve demokrasiden koruyacak muhafız alaylarıyla henüz sarılı Fransa’nın bir ihtilâl mahsulü cumhuriyetin ilkelerine takılıp kalmayacağı malûm. Geleneksellik, ırkçılık ve dezinformelerle Fransa halkı dinsizlik mânâsındaki laikliğe kısmen taraftar olsa da Avrupa Birliği kamuoyu buna müsade etmez. İngiltere’nin beş yüz yıllık geleneğini ve diğer Kuzey Avrupalıların; asırların dehşet ve vahşetlerinden süzülen tecrübelerle elde ettikleri rejimlerini bırakıp “laik Fransa’ya” tâbi olmalarını beklemek akıllılık olmasa gerek. Ancak Fransa’nın büyük ihtilâlinden ilham alarak 31 Mart hâdisesiyle birlikte ihtilâl hastalığına tutulan bizim Selanikliler hânedanımız bu noktada Paris’e hem tâbi, hem de örnek olmak isteyebilir.

Fransa’nın yakın tarihte Kuzey Afrikalı Müslümanlara yaptığı vahşetin şahitleri henüz yaşarken, içinde barındırdığı dört-beş milyon Cezayir ve Mağribli Müslümanı sıkıntıya sokacak bu tartışmanın Avrupalı olmadığı kanaatindeyim. Bir yönüyle bu tartışmayı gayri meşrû bir çocuk gibi sayın Şirak kucağında buldu. Fransa’nın bu meş’um geçmişinden dolayı Kuzey Afrikalı Müslümanlardan özür dileyen ve İslâm âlemiyle iyi ilişkiler içine girmek isteyen bir cumhurbaşkanının içine düştüğü şu durum istenilir değil. Bir taraftan Avrupa anayasasına Hıristiyan değerler vurgusunun peşine düşmüş, diğer taraftan dinî sembolleri kamusal alanın dışına kovalayan bir başkan…

Bütün bu hususlarda genellemelerden kaçındığımızın farkındasınız. Fransa kilisesi ve bilhassa Lille başpiskopusluğu yasağın karşısında olduğunu belirtirken, sosyalistlerin grup başkanı tam bir 11 Eylülcü ağzıyla konuşuyor. Keza Almanya’da da öyle. Kuzey Ren meclisi, Yeşiller temsilcisi yasağı çağdışı ve ayrımcılık olarak nitelerken, Hessen Eyaletinin Hıristiyan demokrat temsilcisi Jung ise, yasağı kadınları ezilmek, horlanmaktan kurtarıp hürriyete kavuşturma olarak algılıyor. Almanya tarihinde Müslümanlarla hür zeminlerde tanışmış. Viyana önlerindeki Osmanlılardan Rusya üzerinden gelen Tatarlara kadar. İmparatorluk Müslüman esirler için camiler yaptırmış. Fransa’nın tarihindeki “sömürgecilik lekesi” Almanya için pek geçerli değil. On-yirmi sene önceye kadar Fransa’da cemiyet dışına itilmiş Kuzey Afrikalılarla, Benelux ve Almanya’daki Müslümanların buradaki konumu biraz farklı. Paris’in başörtüsü düşmanlığı altında, Müslüman Afrikalıların kimliklerine sahip çıkma girişiminin yattığını söyleyenler haksız da sayılmazlar. Halbuki bu kimlik, ezilip horlanarak suça itilmiş insanları tekrar topluma kazandıracak ve onları Paris’in banliyölerinde problem olmaktan çıkaracaktır.

Biz Avupalı Müslümanlar bu tartışmalardan memnunuz. Bu tartışmalardan İsevî Avrupa ile insanî kuıruluşların mensupları doğru İslâmı öğrenirken, kucak kucağa mücâdele verdiğimiz “dinsiz Avupa”nın mahiyetini ve zaaf noktalarını da elde ediyoruz. Bu tartışmalar, mahiyetini mutlaka bilmemiz gereken çok şeyi bize öğretiyor. Rahşan Hanımla komisyon üyeleri arasındaki ittifakı, Soroz’un tesettür düşmanlığının kaynağını, bizdeki ihtilâl hastalarının ilham kaynağını ve hatta Wolfowitz’in Türkiye hayranlığının sebebini bile… Şayet dünyada herşey kemale akacaksa, AB de, dinsiz ve sefih Avrupa’nın karşısında ve İsevî-insanî Avrupa’nın yanında yer alacaktır. Başörtüsünün yalnızca bir bayrak olduğunu, bu bayrağın altında binlerce fikirlerin çarpıştığını Avrupalı münevverler kabul ediyor. Hanım kardeşlerimizle kızlarımız da bu bayrağı şerefle bu kıtada dalgalandırıyorlar ve inşallah devam edecekler. Almanya ve Avrupa’nın büyük gazeteleri, sayfalarını süsleyen İslâmla ilgili makale ve tartışmaları internet üzerinden parayla satıyorlar.

İslâmın hakk din olduğunu kabul eden ve ahir zamanda hakiki Hıristiyanlarla Müslümanların “tahribkâr cereyanlar” karşısında ittifak ederek dünya barışını sağlayacağına inananlar için, hakikaten zevkli bir tartışma…

Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler.
Görelim Mevlâ neyler,
Neylerse güzel eyler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*