Ameline güvenme hastalığı: Ucb

alt

İnsan, hayatının her ânında şuurlu ve dikkatli olmalıdır. Zira apaçık bir düşman olan şeytan, nefis ve insanın fıtratındaki zayıf damarlar, zaaflar insanı gafil avlayıp, manevî olarak hastalandırabilir.

İnsanın manevî olarak hastalanmaması hep denge hâlinde olması ile mümkündür. Maddî hastalıklarda olduğu gibi aşırılıklar her türü manevî hastalıkların da sebebidir.

İşte, ibadet ve hayırda muvaffak olamayan insanın düşebileceği en önemli hastalık ümitsizlik iken, muvaffak olup da bunu kendi nefsine mal edip, bu ameline güvenen insanların da düşeceği bir başka hastalık ucb’tur. Yani yaptığı hayır ve hasenatı kendinden bilip, kibir ve gurura kapılma hastalığıdır.

İnsan, yeis ile kendisine, bitmişliğin, tükenmişliğin yeri olan cehennemi garanti görür. Ucb ile cenneti garanti görüp, Allah’ın azabından kendini emin zanneder. Oysa mü’min insan, ümit ile ümitsizlik arasında duran, denge insanıdır.

Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur: “Üç şey, insanı felâkete sürükler. Buhl, heva ve ucb’tur.”

Buhl sahibi insan, Allah’a ve kullara karşı olan hak ve sorumlulukları ödemekten mahrum kişidir.

Heva sahibi ise, nefsin arzularını mabud edinip, esir olmuş kimsedir.

Ucb ise, ameline güvenendir.

Enaniyet kaynaklı olan ucb hastalığı, insana hep ben ben dedirtir. Nefsinde hiç kusur görmeyen bu insanlar, tövbe etmedikleri için yavaş yavaş vicdan seslerini duyamaz hale gelirler.

Nisa Sûresi’nde, meâlen, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, başa gelen her kötülük de nefsindendir” denilmektedir. Yani insan hayır, hasenat ve amellerde sadece meyil gibi küçük bir hisseye sahiptir. Çünkü o hayır ve amellerin yapılması için Cenâb-ı Hakk’ın istemesi ve yaratması şarttır. İnsana düşen meyletmekten başka bir şey değildir.

O halde mü’min bir insan, yaptığı hayır ve amellerde ancak Allah’a şükreder. Cenâb-ı Hakk’a bu hayrı, iyiliği ve amelin yapılmasında kendisini vesile kıldığı için hamdetmesi gerekir. Aslında Bediüzzaman’ın dediği gibi, ‘bu hamde dahi bir hamd lâzımdır’. İşte ucb hastalığına düşenler, bu noktayı idrakten aciz ve şükür kapısını kapatan insanlardır.

İnsanı, ucb’a sürükleyen en önemli sebep cehalet ve gaflettir. Ucb hastalığından kurtulmak için ise, sağlam bir tevhid inancı şarttır. Zira, tevhid, haşir, ibadet ve nübüvvet akideleri tam olmayan insanların bu tür manevî hastalıklara, buhranlara düşmemesi mümkün değildir. Hakikî tevhid inancı sayesinde insan bütün ihsan ve nimetlerin Allah’ın dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğini bilir.

Ucb’un zararı, en başta kibre sebep olmasıdır. Günahlarını unutmayı ve tövbe kapısını kapatmayı netice veren ucb hastalığı, başka başka hastalıkların da dâvetçisi hükmündedir. Öncelikle günahlarıyla barışık yaşayan ve rahatsızlık duymayan bir vicdan, kalbi karartır.

Ucb hastalığı ile insan Allah’ın ahiret günündeki vaadlerini ve azabını unutur. Bu şekilde kibre düştüğü için başkalarından istifadesi de kesilir. Sadece kendisini bilen başkasını cahil düşündüğünden nasihatten mahrumdur.

Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde Bediüzzaman, ucb hastalığının öyle bir boyutundan bahseder ki, kendinden manevî olarak kat kat üstün olanların dahi manevî mertebelerini beğenmeyen, kendi makamını yeterli gören bir durumda değerlendirir. Ucb, gurur hastalığını, gurur da ucb hastalığını besleyen iki marazdır. Bu hastalıklar sayesinde insan öyle bir hale gelir ki, başkalarının kemalatına tenezzül etmeyen ve kendi kemalatlarını yüksek gören bir durum sergiler. Hatta ‘Kendi keşfiyatlarını yüksek görmekle, eslâf-ı i’zâmın [geçmiş büyüklerin] irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.” Bu hal, onları evhama atar ve insanı bütün bütün çizgiden çıkarır.

Hâsılı, ucb ile insan öyle bir hale gelir ki, kendinden manevî olarak kat kat üstün olanların manevî mertebelerini beğenmez ve kendi makamını yeterli görür. Bu durum ise, bir insan için mahrumiyet olarak yeter.

Yine Mesnevî-i Nuriye adlı eserde, “Esbab [sebepler] içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin [fiillerin] ekl [yemek], şürb [içmek] gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.” denilir. Hâl böyle iken, yaptığı hayır, hasenat ve amelleri kendi nefsine mal etmek, “Mülk ve hamd O’na mahsustur. Günahlardan sakınmak ve ibadete güç yetirmek ancak O’nunla olur” (Mesnevî-i Nuriye) hakikatine zıttır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*