Geçtiğimiz yazın en sıcak ayları olan Temmuz-Ağustos’ta Ankara’daydık. Hikmet-i ilahiye bakın ki, kışın en soğuk ayları olan Ocak-Şubat’ta da Ankara’dayız.
30 sene önce ayrıldığım Ankara’da, ilk defa bu kadar uzun boylu kalıyordum. Hele kışın bu kadar şiddetleneceğini, bu kadar uzun kalacağımı da tahmin etmiyordum ama kaldık işte. Bu senede maşaallah kış, bizim gençlik zamanımızdaki gibi çetin ve sert geçiyor.
Gerek lapa lapa kar yağarken camdan dışarı bakarken, gerekse Ankara’nın cadde ve sokaklarını gezerken baktım da, kış ve karlı havadaki insan manzaralarını seyrettikçe eskinin Ankara’sı gözümün önüne geldi.Eskiden kaloriferli ev sayısı azdı. Evlerin çoğu, odun-kömür sobaları ile ısınıyordu. İşte o dönemlerde rahmetli annemiz, bizim elimize sobadan çıkarılan külleri koyduğu kova ile küçük bir kürek verir, “yavrum, bunları insanların geçtiği yola serpin de, karda buzda kayıp düşmesinler” derdi. Şimdi hiç öyle bir şey göremedim. Zaten evlerin çoğu da kaloriferli olmuştu. Eskinin sobalı evleri de, doğalgazın (Türkiye’ye ilk geldiğinde buna” tabii gaz” deniliyordu. Uydurukçacılar buna da el atınca bu ismi aldı) iyice yayılması ve ucuzluğu ile kaloriferli olunca, ortada kül- mül kalmadı. Tabii, karda-buzda düşen ve orasını burasını kıran, sakatlayan insanlar da çoğaldı.
Özellikle soğukların artmasıyla doğalgaz tüketimi de artınca, millete çok yüksek faturalar gelmeye başladı. İlk önce “ucuz” diye propaganda yapılıp teşvik edilip, sonradan da bu hal meydana gelince, bazı insanların değişik çarelere başvurduğu, bazılarının yine sobaya döndüğü görülmeye başlandı. Haliyle de, yine eskisi gibi keskin duman ve karbon-monoksit kokuları yayılmaya başladı. Eskinin hava kirliliğinde şampiyon Ankara’sını hatırladım. Bir türlü çare bulunamıyordu o günlerde. Babam yıllar önce anlatmıştı ve onun anlattığını, Bent deresi caddesinden geçerken hep hatırlarım.
Eski Ankara, bizim de mahallemiz olan Ankara kalesi civarıydı. Daha sonra göç v.s vasıtasıyla insanlar, yine kale civarında, yakınında gecekondular yapmaya başladılar. İşte kalenin tam karşısına düşen Altındağ ve kale arasında bir vadi olan bent deresi, kışın sobaların yanmasıyla, hava dolaşımı da olmayınca, oraya sıkışan duman, gaz v.s hava kirliliğini meydana getiriyordu. Tam o Altındağ’ da, biz küçükken bir taş ocağı vardı ve o kısma da “taş ocağı mahallesi” denirdi. Hatta oradaki kayaları kırmak için patlatılan dinamit sesinden korkardık. Babamın anlattığına göre meğer bunu rahmetli Menderes böyle yaptırmış. O hava sirkülâsyonuna mani olan Altındağ tepesini, taş ocağı vasıtasıyla kırdırıp, eritip, o vadiyi bir ova haline getirtip, hava kirliliğine sebeb olan kısmı o şekilde halledecekmişti ve Ankara’nın yıllarca baş problemi olan hava kirliliği de o şekilde büyük ölçüde hallolacakmıştı. Ama işte hain 27 Mayıs ihtilalcilerinin Menderesi şehid etmesiyle o iş de öylece kalmıştı. Oradan geçenler, o kısma dikkat ederse, eskiden taş ocağı olarak kullanılan kısmı fark ederler. Zaten, milletin, memleketin hayrına olan hangi işe taraftar olmuş ki o zihniyet. Memleketi yakmaktan, yıkmaktan geri bırakmaktan başka ne iş yapmışlar? Kendi habis menfaatleri uğrunda zavallı milleti perişan etmişler.
Biz buradayken, iki sevdiğimiz insan, milletin sevdiği insan vefat etmişti. Biri Aydın Menderes, diğeri de Mustafa Başoğlu. İkisinin de cenaze namazlarına iştirak nasib oldu. Her ikisinin merasim vakti çok soğuktu. Hele Başoğlu’nun cenaze namazı öncesi Hacı Bayram camiinde kıldığımız öğle namazını, çok kalabalık iştirak olması hasebiyle dışarıda kılınca, adeta donduğumuzu hissettik. Bir anda ellerimin üzeri çatladı,soğuk içimize işledi.gençlik yıllarımızda lisedeyken camii avlusunda donmuş, buz sarkan musluğun altından bir ip inceliğinde akan su ile aldığım abdesti hatırladım. Ellerimizi yıkıyor bir “Alllaaaahhh!” çekiyoruz. Keza diğer uzuvları yıkarken de aynı. Ama sonradan o hali hatırlayınca, o elemin gidip lezzetin kalması bizi mesrur ediyordu. Yıllar sonra soğuğun azizliğini bir defa daha hissetmiş olduk.
Bir ara soğuklar -20 lerin altına indi ki, görülmemiş bir soğuk. Zira kalorifer hesapları cetvelinde Ankara -12 olarak alınırdı. İşte o günlerde birden elektrikler kesildi. “eyvah” dedim. Ya bir de uzun müddet gelmezse ne yapar bu insanlar? Başka alternatif de yok. Herkes sobayı kaldırmış, soba deliğini de iptal ettirmiş. Elektrikli ısıtıcıları da kullanamazsın. Ne olur o zaman vaziyet dedim. Sonra Van’ı, Türkiye’nin diğer yerlerini düşündüm. Aklıma birden ilk insanlar geldi. Acaba onlar ne yapıyordu kışta? Hacca gittiğimiz sene de bunu düşünmüştüm. Kâbenin avlusunda kâbeye müteveccihen oturmuş tefekkür ediyordum . Kendi kendime, “Allah-u alem buranın mukaddes belde olmasının bir hikmeti, belki de insanın toprağının alındığı yer burasıydı. Yine Âdem (as) cennetten dünyaya indiğinde, ayağını bastığı yer burasıydı. Sonra öyle bir iklimin hâkim olduğu yere indirilmiş ki Âdem (as), İklim tam müsait. Soba derdi yok, üşüme derdi yok.
Ankara’nın kışı, soğuğu bizi çok düşündürecek, çok yazdıracak bu iş de bayağı uzayacak. En iyisi, bunu burada kesip, soğukla mücadele eden, soğukta dışarıda kalan, yakacak derdi olanlara Allah, yardım etsin diyerek yazımızı tamamlıyoruz.
Benzer konuda makaleler:
- Ankara’da karlı-kışlı hatıralar
- “El-aziz”, nasıl “Elazığ” oldu?
- Ankara’da genç olamamak…
- Ankara’dan ikinci hüzünlü ayrılışım
- Başı açık Ayşe…
- Cep telefonu olmayan var mı?
- İhlasla kılınan cenaze namazı
- Türkiye’nin başşehri Erzurum mu?
- Ey Hüseyin, makamın Cennet olsun!
- Seyyid Çökmez’e rahmetler diliyoruz
İlk yorum yapan olun