Ankara’dan ikinci hüzünlü ayrılışım

İnsanoğlu çok garib bir fıtratta yaratılmıştır. Başından neler gelir, neler geçer, istikbali nasıl olacaktır bilemez bir yapıdadır.

Allah hepimizin âhir ve akıbetini hayreylesin inşâallah!

O gün, bundan otuz iki sene önceki hâlimi hatırladım. Doğup büyüyüp ve bütün tahsil hayatımın geçtiği memleketim olan Ankara’dan “hiç ayrılmam” sanıyordum. Bunu, belki de aşırı bir anne sevgisinden yapıyordum. Evet, rahmetli annemi çok seviyordum. Öyle bir anne nasıl sevilmez ki? Risale-i Nur’la müşerref olduktan sonra, başta birçok yakınım bana karşı çıkıp cephe almışken, o rahmetli anneciğim bana kol kanat gerip, annelik şefkatinin fazlasını göstererek sahip olmuş, her zaman cemaatimizin ve dâvâmızın hamisi olmuştu. 17 yaşlarındaki toy bir genç, öyle bir destek olmazsa, nasıl yapabilirdi ki? Hele 1971 hain hareketinden sonra, cuntacıların cemaate yaptığı baskıdan dolayı, dershanelerde tedirgin olan bazı arkadaşlarımızı alıp eve getirebileceğimi bile söylemişti. O baskı dönemlerinde bile korkmadan, cesaretle bize sahip çıkmıştı. Ve onun sayesinde evimiz mahallemizin ilk ders yapılan mekânı olmuştu.

Neyse, işte “hiç çıkmam” sandığım Ankara’dan, kaderin garib bir cilvesi neticesinde ayrılmak durumum olmuştu. Bir tevafuk neticesi, evlenme vesilesiyle Erzurum’a gitme durumum hâsıl olmuştu.

Anneme durumu izah edip, müsaade istemiştim. O da müsaade etti. Belki de, beni sevdiğinden, üzülmemem için vermişti. O müsaadeyi aldıktan sonra, ayrılık vakti gelip çatmıştı. Artık Ankara’dan ayrılıyor, dağlar arkasında, bilmediğim garib bir yere, 14 saat uzaklıktaki bir yere gidiyordum. Evden, annem ve kardeşlerime veda edip çıkarken, onların hüzünlü hâlleri gözümün önünden hiç gitmiyor. Hele annemin ve benim devamlı bir “ders arkadaşım” olan kardeşimin hâlleri hiç gözümün önünden gitmiyordu. Apartmanın ana kapısından çıkıp, balkondan beni uğurlamaya çıkan anneme bakıyordum. Bir taraftan bana el sallarken, diğer taraftan da bana belli etmeden, için için ağlayışını hiç unutmuyordum. İşte Ankara’dan ilk hüzünlü ayrılışımız böyle olmuştu.

Ve tam otuz sene sonra, gazetemizin de yazarlarından olan kızım Fatma Nur’un, İslâm teşkilâtının bir bölümünde girdiği iş vasıtasıyla Ankara’ya gelmesi, ona ev tutuşumuz, dolayısıyla da burada ‘bir evimizin’ daha oluşu, zaman zaman Ankara’ya giderek uzun müddet kalmamıza vesile oluyor, kadim ve yeni bazı arkadaşlarımızla hizmetten hizmete koşuyor, Ankara’yı adeta arşınlıyorduk. Birçok arkadaşımızla yeniden irtibat kuruyor, onların, bir şekilde başka kulvarda olsalar da, Yeni Asya misyonuyla sıcak temaslarına vasıta oluyorduk. O meyanda bizim Ankara’dan ilk ayrılışımızın akabinde meydana gelen iftiraktan sonra Ali Vapurlu Ağabeyimizin “Osman kardeş, keşke sen Ankara’dan ayrılmasaydın. Senin şahsınla kaim bazı arkadaşlarımız da ayrılmazlardı” deyişi aklıma geliyor ve bu Ankara’daki ikinci uzun kalışlarımızın bu veçhesinden dolayı da çok seviniyorduk. Ama işte, her şey hesap ettiğiniz gibi olmuyor. Bazen de umulmadık hadiselerle, yine bir savrulma yaşıyorsunuz. Kızımın iki buçuk senelik bir Ankara macerasından sonra, oradan ayrılma durumu dolayısıyla geldiğimiz bu son ziyaretimiz de, iki hafta kadar sürüyor. Yine o günlerde kendimize göre, hizmetlerimize müteallik şeylerde bulunuyoruz. Ama ayrılacağımızı da biliyoruz.

Ve o gün gelip de, Ankara’dan ikinci hüzünlü ayrılışımızı yaşamaya başlayınca, ilk ayrılışımızda doğuya müteveccihen giderken, bu sefer batıya doğru, ikinci vatanımız olmuş olan ve hâlen de ikamet etiğimiz Bursa’ya doğru yola koyulup, Ankara’nın silueti yavaş yavaş kaybolmaya başlayınca, yine bizim hüzün gözyaşlarımız; hem rahmetli annemden ilk ayrıldığımız zamanı, hem de bu son vedayı hatırlatarak, Ankara’dan ikinci hüzünlü ayrılığı hissederek akmaya başlıyordu…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*