Anneler ve gemiler

“Ağlayın, su yükselsin!

Belki kurtulur gemi.

Anne, seccaden gelsin;

Bize duâ et, emi!”

Necip Fazıl Kısakürek

Sanırım 60’lı yılların başlarıydı. İstanbul’a adımımızı ilk defa atıyorduk. İçimiz deniz gibi kıpır kıpır. Henüz deniz ve gemi görmemiş bir küçük çocuğun gözleriyle seyrediyordum rıhtımdaki o büyük yolcu gemisini… Deniz trafiği yoğun. Bir yandan dağlar gibi gemiler, bir yandan minnacık kayıklar biteviye gidip geliyorlar.

Hayalim, bilip bilmediğim bütün rakamlarla hiç durmadan hesaplar yapıyor. Topluyor, çarpıyor, bölüyor… Bir türlü kuşatamıyordu bu geminin büyüklüğünü. Sonra geminin katlarını sayıyor ve ardından içindeki yolcuları. Bu hesaba bendeki rakamlar yetmiyordu. Küçük çocuğun aklı bir türlü kavrayamıyordu, hafızası geminin büyüklüğünü bir türlü almıyordu, alamıyordu. Rakamlar bir işe yaramıyordu.

Geminin içindeki bu kadar yolcunun yemesi, içmesi, yatması, kalkması, her nevî ihtiyacının karşılanması nasıldı? Yeri geldiğinde gezmesi, eğlenmesi de vardı. Bunlar nasıldı? Merak ediyordu bu küçük çocuk her şeyi. Yıllarca aklımdan çıkmadı bu gemiler. Bunlardan daha büyüğü asla olamaz diye düşündüm hep.

Büyüdüm, daha büyüklerini de gördüm. Ama ilk gördüğüm o büyük gemiden sonrakiler daha büyük olmasına rağmen, zihnimde birinci sırayı hep o ilk gemi korudu. Ne de olsa, ilk göz ağrısı. Yine düşündüm, yine sorular sordum. “Bir küçük demir çivi bile batarken, koskoca gemiler neden batmaz? Yan gelip de hiç yatmaz mı? Dağlarvârî dalgaların içinde nasıl yürür, nasıl gider bu gemiler? İçindekiler hiç sıkılmaz mı? Deniz tutmaz mı, mideleri bulanmaz mı? Hiç karaya ayak basmazlar mı? Tuzlu denizlerden tuzsuz balıkları çıkarıp yediren kimdir bu yolculara ve biz insanlara?” Sorular, sorular…

Bir gün, kıyıdan ayrıldığını gördüm bu koca geminin. Küçücük bir motor çekiyor, kılavuzluk ediyordu ona, boğazda bir tehlikeye sebep olmasın diye. Kaptanını görmüyordu kimse, ama biliyorduk ki, gemi gidiyorsa, kaptansız gitmiyordur. Ağır ağır ve düzenli bir rota çizerek açık denizlere yol aldı. Biz görmesek de düzgün gidişinden belliydi geminin. Bir kaptanı vardı ve olmalıydı.

Hayalim uzaydan dünyayı seyre daldı birden. Hani şu film jeneriklerindeki gibi… Hilâlin ucuna oturmuş, bir ayağını sallayan, bir eliyle de oltasını sarkıtan sevimli bir çocuk resmi vardır ya, aynen onun gibi. Bayılırım o resme. Aydan dünyaya olta sallayan bir çocuk gibi, ince bir hilâlin ucuna sırtımı yaslamış, oradan dünyayı seyreder oldum. Rıhtımdaki o büyük gemi için sorduğum aynı soruları, şimdi üstünde yaşadığımız dünya için de soruyordum. Bir bir sordum. Bu dünya gemisi, şu uçsuz bucaksız uzay boşluğunda şu kadar milyar insanı, bu kadar çok hayvanı ve sayısız bitkileri, denizleri, dağları ile üzerindeki ve içindekileri nasıl da yüklenmiş götürüyor böyle sessizce? O kadar da hızlı dönüyor ki, yolcular fark etmiyor bunu. İçindeki eşyayı dağıtmıyor, fırlatmıyor. Saniyede otuz kilometre sür’atle yol alan bir gemi bu… Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanoğlu sinekten küçük bir uçak, dünyadan büyük bir gemi yapamayacak.

Her büyük gemiye yol gösteren bir kılavuz olduğu gibi, dünya gemisi de ahiret limanına doğru yol alırken ona kim kılavuzluk ediyor? Üzerindeki bunca canlı ve cansızlar nereye gidiyor, nereye taşınıyor ve bu gemi nereye doğru yol alıyor?

Bu gemi burda kalmaz. Bu gemi bu limanda durmaz, durdurmalar. Bu geminin yolcuları, mahşer meydanına çıkmaya hazırlanıyor.

“Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var.” (Lem’alar, s. 225)

Hepimiz yolcuyuz, hepimiz o geminin yolcusuyuz. Adım adım oraya doğru gidiyoruz.

Hayalim iki gemi arasında mekik dokuyor. Bir o gemi, bir de dünya gemisi… Bir küçük geminin bile kaptanı olur da şu uzay denizinde yol alan dünya gemisinin bir kaptanı olmaz mı hiç? Kendi başına hiçbir şey yol almaz, yerinden kımıldamaz. Hiç sırasını şaşırmadan, bir yer değişikliği yapmadan, devamlı ve düzenli bir şekilde dünyamızın birbiri ardı sıra mevsimlere uğramasından belli ki, onu hikmetle idare eden, tedbirini gören ve yöneten muhteşem bir kaptanı var.

Her gelişme insan için ve insanın faydası gözetilerek yapılıyor. Belli ki bütün bunları idare eden ve yapan zat, ne yaparsa çok güzel yapıyor, her şeyi güzel süsleyip donatıyor, güzel gayeler içinde çalıştırıyor ve güzel neticeler aldırıyor. Ve bir gün bu dünya gemisi vazifesini bitirdiğinde, onun sahibi onu bu fani uzay denizinden alıp ebedî bir mekâna, yani cennete nakledecek. Ona orada bekâ verecek. İnsanın dünya gemisiyle yapmış olduğu yolculuk, ahiret limanında son bulacak. Ve insan için bitmeyen, ebedî bir hayat başlayacak.

Gemileri seyre dalarken akıl da yelken açıp gidiyor, hatıralar arasında dolaşıyor. Bakın, bir gemiden nerelere geldik. Yıllar önce ilk defa evine sohbete gittiğim rahmetli Musa Alemdaroğlu Amca’nın odasında asılı duran tablodaki sözleri de bir hatırlayalım:

“İnsan bir gemi,

Akıl dümeni

Fikir yelkeni.

Kullan gemini,

Göreyim seni.”

***

Sevgili kardeşim İbrahim Yıldız’dan bu anlamlı günde, annelerimize armağan olacak güzel bir anı:

İki adet telli pabuç

Bir akşamüstü babaannem ile eski günleri yâd ediyorduk. O günlerden bahsedince gözleri dolar hep. Düğün sezonu açılmış, evimize dâvetiye üstüne dâvetiye geliyordu. Sohbet düğün dernekten açılınca eski günlerdeki evlilik anılarına uzandık. Hemen sordum: “Dedem sana yüz görümlüğü olarak ne almıştı babaanne?” Cevabı: “İki adet telli pabuç”.

“Peki, dedem düğün yemeğine seni nereye götürmüştü?” dedim. “Biga’ya köfte yemeye gittik.” Nasıl diye merak ettim. “Yüz görümlüğüm olan iki telli pabuç ile.”

Babaannemler köyde yaşar. Köye en yakın yerleşim yeri ile Biga arasındaki mesafe, 18 km’dir. “Babaanne” dedim, “18 km’lik o tozlu yolu yürüdünüz mü?” “Eskiden araba mı vardı kızanım?” dedi. “Hem o kadar keyifli oldu ki, konuşa konuşa gittik dedenle, konuşa konuşa döndük köyümüze.”

“Babaanne, ne ile gittiniz geldiniz?” diye sorduğumda hep aynı cevap: “İki adet telli pabuç ile…”

***

Annelerimiz, gözbebeklerimiz. Hayatta katlanmadıkları sıkıntı var mı ki onların? Onlar Allah için varlar, bizler için yaşıyorlar. Varlığın sesini duyan ve duyuran insanlardır onlar. Herkesin yapmaktan korktuğu şeyleri, gözlerini kırpmadan yaparlar. Yıllarını, dahası canlarını verirler hiç çekinmeden sevdikleri uğruna, evlâtları, evi ve ailesi uğruna.

Yirmi Birinci Mektub’da Bediüzzaman Hazretleri, şefkat kahramanı olan annelerimize karşı nasıl davranmamız gerektiği konusunda Kur’ân âyetlerinin ışığında bakınız ne mesajlar veriyor:

“‘Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.’ (İsrâ Sûresi, 23-25)

“(…) İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip (soğuk davranıp) ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

“Ey derd-i maişetle (geçim derdiyle) müptelâ olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musîbet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme, ‘Maişetim dardır, idare edemiyorum.’ Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin (geçim zorluğunun) daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. (…)

“İşte, ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. ‘Her amel kendi cinsinden bir amel ile karşılık görür’ sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü’t teessür (çabucak üzülen) kalblerini rencide etmekle, ‘Dünyada da, âhirette de ziyana uğradı’ (Hac Sûresi, 11) sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmân’ın vedîalarına (emanetlerine) ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.” (Mektubat, 259-261)

Evet, sevgili annelerimizin Anneler Gününü tebrik ediyoruz ve müstecab olan duâlarını bekliyoruz. İhmalimiz var ise kusurlarımızın affını Rabbimizden niyaz ediyoruz, onlardan da helâllik diliyoruz. Bu güzel günleri vesile kılıp hallerini hatırlarını sormalı, müstecab duâlarını almalıyız. Her bir annemize selâm ve dualar olsun. Rabbimize kâinatın zerreleri adedince hamd olsun, Sevgili Peygamberimize (asm) sonsuz salât-u selâm olsun…

Bugünkü yolculuğumuz gemilerle başladı, annelerle bitti. Anneler ve gemiler bu yazıda buluştu. Buluşamayanlar ise ardından bir Fatiha okusunlar ve şu şiiri mırıldansınlar:

Anacığım anacığım,

Sensin benim ilâcım

Ey benim gönül tâcım

Sen bilirsin neymiş acım

Anacığım anacığım…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*